Geçen hafta ekonomik kriz ve toplumsal sonuçları üzerine bir atölye çalışmasına katılmak için Atina’ya gittik. Yunanistan’ın borç ve kemer sıkma politikalarının pençesinde derin bir yoksullaşma yaşadığı bilinen bir durum. Başkent Atina sadece siyasal olarak değil, ekonomik ve toplumsal anlamda da bu derin krizin ortasında.

Sokaklarda krizin ve yoksulluğun insanlarda vücut buluşunu çarpıcı biçimde görmeniz mümkün. Çok sayıda insanı sokaklarda, parklarda, meydanlarda boş gözlerle otururken görüyorsunuz; her an para isteyen insanlar yanınıza yaklaşabiliyor.

Ancak hiçbiri Yunanlı arkadaşlarımızın bizi götürdüğü bir yoksullukla mücadele merkezinin etrafındaki büyük yoksulluk gettosu kadar çarpıcı değil. Gezdiğimiz mahalle ekonomik ve toplumsal yaşamdan kopmuş geniş kesimlerin yoğunlaştığı bir alan. Bakımsızlık içindeki binalar ve önlerinde onlarca insan birerli ikişerli bekleşiyorlar. Biraz yakınından geçtiğinizde, bu umarsız bedenlerin boş bakışları sizlerle aynı dünyada olmadıklarını düşündürüyor. Biraz dikkatli bakınca o boş bakışların ellerde çekinmeden tutulan poşetlerden çekilen maddelerden kaynaklandığını anlıyorsunuz.

Birlikte yürüdüğüm psikiyatr Selçuk Candansayar, “belli bir aşamadan sonra, solunan kimyasalların beynin korteks bölgesini tahrip etmesi nedeniyle, bu insanların büyük bölümü için yapılabilecek çok bir şey olmadığını, düşünme ve muhakeme yetilerini geri döndürülemez biçimde kaybettiklerini” söylüyor.
Yani, karşımızda bütünlüğünü yitirmiş, dağılan bedenler var; düşünmekten yorulmuş, teslim olmuş bedenlere bir ölüye bakar gibi bakmaya başlıyoruz! Yol boyu yer yer öbeklenmiş bu bedenlere bakarken birden fark ediyorsunuz ki, sayılar, istatistikler ve bunlar üzerine inşa edilen söylemler ve makaleler hikâye; kriz, yoksulluk ve sefaletin gerçekliği bütün vahşetiyle hedeflediği bedenlere ölüm hükmü olarak kazınıyor.

Karmakarışık duygularla memlekete dönerken, Ankara’dan patlama haberleri geliyor. Ardından, internete düşen haber ve resimlerden olayın dramatikliğini kavramaya başlıyoruz. Yüzün üzerinde bedenin parçalanarak yaşamını kaybettiği gerçeği yavaş yavaş içinize ağır bir taş gibi çökmeye başlıyor.

Ancak düzenin çeşitli güçlerinin bedenleri hedeflemesi dışında Atina’da gördüğümüz parçalanan bedenlerle Ankara’dakiler arasında bir ilişki yok. Ankara’da yaşamını yitirenler daha dün Gezi başkaldırısının çocukları, gençleri, anneleri, babalarıydı. Pırıl pırıl beyinleriyle Türkiye’yi ateşe atmaya, savaş meydanı yapmaya, yoksulluğu kader haline getirmeye çalışanlara karşı tetikteydiler. Ne savaşa, ne de Atina sokaklarında gördüğümüz türden bir yavaş ölüme razı değildiler; tam da bu nedenle, düzenin vahşi şiddeti onların bedenini hedefledi. Kıyıda köşede değil, Başkent Ankara’nın merkezi bir noktasında ölüm makinesinin hedefi haline geldiler.

Bazı siyaset bilimciler, bedene vurgu yaparak, egemeni kimin hayatta kalıp kimin öleceğine karar verme gücüne sahip olan otorite olarak tanımlıyor. Bugün AKP ve Erdoğan böyle bir egemeni mi temsil ediyor? Haklı olarak birçoğumuz olup bitenden AKP’yi ve Erdoğan’ı sorumlu tutuyoruz. Ama eğer egemen olduklarını onlar düşünüyor, ya da biz bunu kabul ediyorsak bu, büyük bir yanılgı olur.

Aslında, AKP’nin bugünkü çaresizliğinin gerisinde tam da bu tür bir inanış, kendini egemen olarak görme yanılgısı var. Şu bir gerçek ki bugün artık bu toprakların ne sınırı var, ne de bu sınırı belirsiz toprakların işleyiş kuralları! Karşı karşıya kaldığımız barbarca saldırıyı bu topraklarda ya da dışında konumlanmış birçok güçten biri gerçekleştirmiş olabilir; tam da bu yüzden AKP bir iktidarı değil, iktidarsızlığı temsil ediyor. Yönettiklerini düşündükleri topraklarda, kimin kararı neticesinde olduğunu bilmediğimiz bir biçimde bedenler parçalanıyor.

“İstihbarat zafiyeti var mı” sorusu karşısında, İçişleri Bakanı boş boş bakıyor. Belli ki “iktidar bağımlılığı” Adalet Bakanı’nın da korteksini tahrip etmiş; o da soruyu anlayamamaktan mustarip, gülüyor.