Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı, 30 Kasım 2015 itibariyle başlamış bulunuyor. Konferans, 12 Aralık’ta sona erecek. Paris’teki konferans için dünyada 150’den fazla hükümet “kesin katkılar için ulusal niyet beyanı” sundu. Bu beyanlardaki taahhütlerin toplamı, küresel ısınmanın bu yüzyıl sonunda 2 derece hedefini tutmayacağını, 2.7 derece olacağını öngörüyor. Beyanlardaki fazladan taahhütler gerçekleşmezse, bugünkü çevre politikaları sonunda küresel ısınma 4 dereceye yaklaşacak ya da geçecek.

Hükümetlerin bu beyanı ne kadar gerçekçi?

Nerdeyse tamamı uluslararası tekellerin, kartellerin güdümünde tesis edilen devletlerin beyanına güvenmek olası mı? Zira, uluslararası tekellerin kar hırsı ile yok edilmekte olan bir dünyadan söz ediyoruz. Örneğin Volkswagen’in emisyon beyanına mı güveneceğiz?

Ya da Monsanto ve DuPont’a mı? Yoksa nöro pazarlama konusunda beynimizin satın alma düğmesini araştırıp yüzlerce patent alan şirketlere mi?

Durum gerçekten vahim ve giderek kötüleşiyor. Dünyanın pek çok yerinden sivil toplumun ortak platformu niteliğindeki İklim Eylem Ağı’nın (CAN) yayımladığı değerlendirme notunda, hükümetlerin harekete geçmemesi halinde küresel sıcaklık artışında 3,5 ila 6 derecelik bir artış yaşanabileceği açıklanmıştı. Bu durum, küresel iklim değişikliğinin yol açacağı değişikliklerin “geri dönüşü olmayan bir noktaya” sürükleneceği anlamı taşıması açısından önemli.

Gelinen noktada başı enerji, ulaşım, madencilik çekiyor. Dünya enerji üretiminde fosil yakıtların payı yüzde 80’leri aşıyor. Kapitalistler için hâlâ çok ucuz ve vazgeçilmezler. Yarına yönelik yapacakları en fazla “Kirleten öder” adı altında maliyetlere kirletme payını da koymak olacaktır.

Erdoğan Paris’te; “2030 yılına kadar yüzde 21’e kadar bir ‘artıştan azaltım’ sağlamayı hedefliyoruz.” dedi. Bu arttırmaya devam edeceğiz ama azaltarak demektir. Son çeyrek yüzyılda sera gazı salımı Türkiye’de ortalama yaklaşık yüzde 4 artmış. Türkiye, beyanında sunduğu ana senaryoda 2030’a kadar bu değerin senede yüzde 5,7 artacağını öngörüyor ve bunun yerine, salımı senede yüzde 4,2 artırmayı taahhüt ediyor. Yani Türkiye’nin “çevreci” senaryo olarak öngördüğü değer dahi, fosil yakıt tüketimi ve CO2 salımında geçmişe oranla daha hızlı bir artış demek. Ancak bu bile inandırıcı değil. Mesela, kömürden vazgeçmiyoruz. 2013 Mayısında TKİ Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Aktaş bir röportajında ;

“Kömürde de yerli payının artırılması hedefleniyor. Hedeflenen 100 Bin MW’lik toplam kapasitenin yüzde 30’una karşılık gelen 30 Bin MW’lik kısmın yerli kömürden karşılanması öngörülüyor. Mevcut yaklaşık 58 Bin MW’nin içinde halen kömüre dayalı 8 Bin 500 MW’lik bir kurulu güç var. Demek ki gelecek 10 yılda yerli kömüre dayalı 22 Bin MW’lik yeni kurulu kapasite oluşturulacağını söyleyebiliriz. İthal kömüre dayalı olanları da buna eklersek, 2023 yılındaki 100 Bin MW’lik kurulu güç içinde kömürün payının yüzde 40-41’i bulması mümkün.” demekte.

Öte yandan konulan hedefler oldukça afaki ve uçuk. Rüzgârda 2013 hedefi 20 Bin MW. Bu ne demek? Kalan sekiz senede mevcut kapasiteyi yaklaşık on kat arttıracağız demek. Olası mı? Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur lafına atfen çarşambaya bakmak bunun için bir yöntemdir.

Ulaşımdaki politikada benzer bir durumda. Demiryollarına geçiş hedefleniyor, ancak yapılan sadece hızlı tren ve o da salt yolcu taşımacılığına yönelik. Öyle görünüyor ki karayolları daha uzun dönem kamyonlara kalacak.

İklim değişikliğinin ülkeye en önemli yansımalarından biri de su kıtlığı olacak. Şimdiden yer altı suları yüzlerce metre derine indi. Avrupa Çevre Ajansı tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada, 2000 ve 2030 yıllarında Türkiye ve AB ülkelerinde su stresi seviyeleri tespit edilmiştir. Buna göre Türkiye’de 2030 itibariyle, İç ve Batı bölgelerinde yüzde 40’ı aşan oranda su stresi yaşanacağı, Güneydoğu ve Doğu bölgelerinde ise bu oranın yüzde 20-40 arasında olacağı öngörülmüştür. Bu demektir ki kıyameti kopartıp, doğayı talan, insanları perişan ettikleri o HES’ler çok değil 15 yıl sonra atıl kalacak, hurdaya dönecek.

Şüphesiz kapitalizm bunu da fırsata çevirecektir. Azalan suyu ve tabi ki toprakları da ele geçirip suyu ve ürünleri yüksek fiyatlarla pazarlayacaklardır. Ekilebilir topraklarda toplulaştırma ve yakın gelecekteki havza bazında suyun özel sektöre satışını içeren “Su Yasası Tasarısı” şimdiden bunun işaretlerini içermekte.

Konu bu köşe için bir hayli geniş, dolayısıyla haftaya Paris Konferansı’nın sonuçlarını irdelemek üzere burada noktayı koyalım.