Fransa’da ne yazık ki kayıplar artıyor. Ancak ülke nerelerde yanlış yapıldığı ile yüzleşmeye hazır. Paris sokaklarına bahar, sükûneti aydınlatan kuş cıvıltıları ile geldi. Fakat akıllarda hep aynı soru, bir daha güvenle birbirimize sarılabilecek miyiz?

Paris’te, boş sokakların anlattıkları

Deniz Bağrıaçık

Paris’in sokakları, başyapıtının kelimeleri yok olmuş bir yazarın boş sayfasını andırıyor. Yazar gibi şehrin sakinleri de şaşkın. Sabah kahvesinden, öğle yemeğine, akşamüstü içkisinden lokantalara koşturan, uyumadan önce barları son bir içki için ziyaret edilen Paris’te 14 Mart cumartesi gecesinden beri, tüm mağazalar, restoranlar kapalı. Kendini sokakla, cafélerle, sanatla, kitapçılarıyla özdeşleştiren, uzun yürüyüşlerin sahnesi Paris şehrinde kalp kıran bir sessizlik hâkim.

Üstelik haberler hiç de iç açıcı değil, hatta Fransa kendini ve ait olduğu Avrupa’yı böyle seyretmekten de dolayı bir büyük bir hüsrana uğradı.

İlk Covid-19 vakası ile 24 Ocak’ta tanışan ancak kısa sürede 'sıfır hastayı' tespit ve tecrit eden Fransa biraz tedirginlik duymakla birlikte gündelik hayatında sık el yıkamak dışında pek de fazla bir değişiklik hissetmemişti. Fakat şubat ayında İtalya’nın sarsılması ile birlikte çok kısa sürede maske, el temizleme jeli tükenen Fransa’da bir şeylerin ters gittiği de belliydi. Fakat ne var ki kimse üzerine konduramıyor, olayın ciddiyeti bir türlü anlaşılamıyordu, aslında ne uluslararası ne de ulusal olarak vahamet halka tam anlamıyla tasvir edilebilmişti.

11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü, dünyada bir pandemi ilan edince Fransa da önlemleri artırmaya karar verdi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 16 Mart gecesi, saat 20.00’de ulusal marşlarının ardından halkının olayın ciddiyetini yeterince kavrayamadığını, bir yüzyıldır Fransa’nın karşılaştığı en büyük sağlık krizini 6 kez 'savaştayız' diyerek ifade edince herkes düşünmeye başlamıştı. Fransa hatta Avrupa buraya nasıl gelmişti? Neticede Avrupa’nın en büyük gururu ön öngörmek bilim ve temel hakların tüm topluma eşit biçimde sağlanmış olmasıydı.

Salgınların tarihi insanlık tarihi ile eş seyrettiği bilinen bir gerçek. İnsan, doğaya ne kadar hoyrat davranırsa bu eylemlerin sonucunu da görmüştü. Daha önceki yüzyıllarda kara veba, cüzzam ya da İspanyol gribi halk içinde genellikle dinsel bir cezalandırma gibi algılansa da bu sefer bir kesim tarafından da bu bir komplo teorisi olarak değerlendirilmiş, Çin menşeili olan hastalık, yabancı düşmanlığını pekiştirmişti. İnsanlar da başlarda kendi sorumluluklarından kaçmak için bu teorileri destekleseler de virüs çok hızlı yayılmıştı. Ancak bu sefer, AIDS salgınında olduğu gibi damgalanacak bir kitle yoktu. El yıkama büyük bir hijyen göstergesi olsa dahi, haberler her gün en çağdaş ülke yönetcilerinin eşlerinin, kendilerinin virüsü kaptığını yazıyorlardı.

Sosyal ağlarla birlikte yaşanan ilk salgın da olduğu için Covid-19, her dakika anlık haberin peşinde koşan bizler bu konuda daha çok bilgi istedikçe, korkumuzda bir tüketim objesi haline geliyordu. Bu virüs bizlerle ilgili ne kadar çirkinlik varsa gösterir olmuştu. Dünyanın en elitist semtlerinden Saint-Germain des Près’den, Amerika’nın banliyölerindeki süpermarketlerine kadar tuvalet kâğıtları, konserveler, makarnalar yağmalanmıştı. Aynı şov programları, medya araçları ve düşünme biçimi evrilen toplumlar benzer alışkanlıkları gösteriyorlardı: Tuvalet kâğıdı ve makarna almak.

Hayatında savaş, darbe görmemiş beyaz Avrupa’nın gençliği için şüphesiz yeni bir ilkti: Kısıtlama, marketten yiyecek almak, sokaklarda tanklarda cenazelerin taşınması. Neticede korku en ilkel duygularımızı ortaya çıkartıyordu ve zaten insanlar da 70’li yıllardan itibaren tüketim kültürü ile yoğrulmuşlardı.

Fakat Covid-19, 'kralı soymayı' başaran bir virüs olarak tarihe geçeceğe benziyor. 1980’li yıllarda başlayan neoliberal siyaset uzun vadede dünyada gelir ve sosyal adaletsizlikleri artırarak toplumsal dengeleri alt üst etmekle kalmadı, ekolojiyi de sadece kendi çıkarına kullanınca ortaya böyle bir durum çıktı. Kitle turizmi, küresel ticaret ve totaliter bir rejimin önlenebilecek bir salgını gizlemesi hatta Dünya Sağlık Örgütü’nün 'basiretinin' bağlanıp , 'ekonomik' kaygılardan dolayı olduğu düşünülen nedenlerden durumun ciddiyetini bir türlü açıklayamaması bizleri 2020’de bir felakete sürükledi.

Küreselleşme tüm sektörlerde daha fazla kârlılık amacı ile her şeyi çok uzun zamandır yerle bir ediyordu. 2008 finansal krizi de bunun en ciddi göstergesi olunca, Marx’ın kitaplarının tüm dünyada en çok satanlar listesine girmesine şaşmamak lazım. Sokaklar Madrid Puerto Del Sol’dan, New York Wall Street’e, Orta Doğu’da hareketlenmişti. Hareketler küreselleşmeyi mümkün kılan bilişim devriminin son aracı sosyal ağlarda örgütlenmiş. Son 2 yıldır ise dünya son derece kadar hareketli, hükümetlerin genç işsizliğini görmezden gelmeleriyle birlikte Şili’den Beyrut’a 2017’den beri halklar sokağa dökülmeye devam ettiler. Üstelik hepsinde kibriti çakan küçük gibi gözüken bir haksızlık olmuştu, tıpkı Beyrut’ta hükümetin gençlerden WhatsApp’tan 2 dolar istemesi gibi.

Fransa’ya geri dönersek aslında, küreselleşmenin ağır bedelini ödedi. Sosyal bir devlet olması ile ün salan Fransa, sarı yelekliler hareketiyle küreselleşmeden dersini almaya iyice başlamıştı. 2019 yılında emeklilik reformunun tartışmaya açılması, ulusal grevlerle hayatı dondurmuştu. Turizm ve hizmet sektörü 13 Kasım 2015 saldırılarından beri oldukça zor bir dönem yaşarken, Covid-19 başka bir şeyi daha ortaya sermişti. 2009 yılındaki H1N1 salgınından sonra gerekli önlemler alınmamış, hastaneler ise son yılda giderek bütçelerini yitirmişler, bilime, üniversitelere ayrılan bütçeler ciddi boyutlarda kısılmıştı.

Maskeler, el temizleme jelleri hatta bazı mobilyalar, kimi ürünler şubat ayından beri Fransa’da yoktu. Çünkü Fransa milli sanayisini kârlılık nedeniyle Çin’e taşımıştı. Macron’un 31 Mart’ta Angers’de yaptığı maske fabrikası ziyaretinde, bir çalışanın ona söylediği durumu oldukça iyi özetliyordu: 24 saat açık çalışılan fabrikadaki üretim yine de Çin’deki üretimden 10 kat daha pahalıya mal oluyordu. Zaten hep aynı acı tablo değil miydi?

Fakat Emmanuel Macron tüm bu olumsuz tablo ile savaşmak için bütün hatalarla yüzleşme cesaretini gösterdi. Hükümet halka güçlü ekonomik bir paket sundu. Olağanüstü sağlık durumu devam ettiği sürece sanatçılardan, şahıs şirketi sahiplerine kadar ayda bin 500 avro verilmesine karar verildi. 300 milyar avroya varan bir banka garantisi de söz konusu. Bilim yeniden en öne kondu, Macron ayrıca AIDS alanındaki çalışması ile 2008 yılında Nobel ödülünü alan Pasteur Institut’nün başındaki, Françoise Barré-Sinoussi'ye sürekli danışıyor.

Emmanuel Macron “Ne pahasına olursa olsun, Fransa sizin yanınızda” dedi ki öyle de olmak zorunda. Fransa, ulusal değerlerine sahip çıkan bir ülke. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik önemli. Örneğin, kötü çalışma koşullarını başkaları için de kabul etmiyor, o yüzden de grevde kimse sesini çıkarmadan günde 1 saat yürüyerek işine gitmeyi kabul etmişti. Macron aynı zamanda emeklilik reformunun rafa kalktığını bildirdi. Fransa, daha güçlü bir ülke ve de çok değer verdiği güçlü Avrupa Birliği için kollarını şimdiden sıvadı. Evet Fransa’da ne yazık ki kayıplar artıyor… Ancak ülke nerelerde yanlış yapıldığı ile yüzleşmeye hazır.

Paris sokaklarına bahar, sükûneti aydınlatan kuş cıvıltıları ile geldi.

Fakat akıllarda hep aynı soru, bir daha güvenle birbirimize sarılabilecek miyiz?