İstanbul’da ne yazık ki kentlinin kentle kurabileceği tüm doku ve duygular yok edilmiş, yerine robotlaşmış insanların yaşayacağı parodi bir şehir kurulmuştur. Kadıköy’ün tarihine ilişkin geriye ne Kurbağalı Dere, ne kentin binlerce yıllık tarihine ait bir kalıntı, ne de eski evleri, eski sokakları ya da kimliği kalmıştır

Parodi bir şehir olarak İstanbul

Murat Nağış - Aktüel Arkeoloji Dergisi Yazı İşleri Müdürü

Son zamanlarda sosyal medyada, özellikle Twitter’da karşımıza çıkan parodi hesaplar zamanın ruhunu yansıtmaları nedeniyle toplum tarafından şaşkınlıkla karşılanmıyor. Alışmak, kanıksamak ve normalmiş gibi davranıp sahtenin yanından geçip gerçeğe ulaşmak gerekiyor.

İstanbul’da şu an içinde yaşadığımız durum da buna benzer. Parodi bir şehir yaratarak, gerçek şehri bulmamızı hayal ediyorlar. Yoksa şehrin her bir zerresinin yok edilmesi nasıl açıklanabilir ki? Elbette kör olası rant, rant, rant... Öyle değil mi?

Kentten geriye kalan tek bir güzel yan var, o da ismi: İstanbul. Hayal etmenize gerek yok, İstanbul Arkeoloji Müzelerine gidip İstanbul Salonu’nu gezin ve kentin geçmişinden geriye kalan arkeolojik eserleri görün… İnsanlık tarihinin en önemli kentlerinden birinde yaşadığınızı kolaylıkla anlayacaksınız. Dile kolay, 8 bin yıllık bir kent İstanbul! Ve bir taşra kenti değil, kendi çağının en büyük imparatorluklarına başkentlik yapmış bir kent. Buna rağmen, geriye dönüp baktığımızda, Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) döneminden kalma bir avuç yapıdan başka ne görüyoruz? Koskoca bir hiç… Ne Osmanlı, ne Bizans, ne Roma, hele ki Yunan, yani kentin ilk kuruluş dönemine ilişkin hiçbir mirasın korunamadığı bir kentte yaşıyoruz.

Yılda 10 milyonun üzerinde turist geldiği söylenen İstanbul’da bir turist de vapura binip Kadıköy’e gitmez mi? Nereye gidiyor bu turistler? Hangi sokakları, hangi tarihsel kalıntıları, hangi yapıları geziyorlar? Yoksa uçaktan inen herkesi İstanbul’a mı geldi sanıyoruz?

Yakın zamanda Kadıköy’de bir inşaat kazısı sırasında bulunan Roma dönemine ait arkeolojik kalıntılar, kentin kaybolan ya da kaybedilen geçmişine ilişkin ara sıra ortaya çıkan eserlerden yalnızca birkaçı. Bütüne bakıp “Acaba yaşadığımız kentin altında neler var?” demek yerine, çıkan arkeolojik kalıntıyı bir an önce bağlamından koparıp, nasıl müzeye kaldırırız düşüncesi ile hareket ediliyor.

Kadıköy, henüz Byzantion’un, yani Sarayburnu’ndaki Trak yerleşiminin Yunanlılar tarafından kolonize edilişinden yıllar önce kurulmuş bir antik kent. Çok değil 50-60 yıl önce hala akmakta olan Kurbağalı Dere, ki bugün neredeyse tamamen yok olmak üzere, bugün Kadıköy’ün var olma sebebidir. Bugün ise, dereyi kurutup ranta açmak için ne yapılabilirse yapılıyor. Herodotos’un Kurbağalı Dere’ye Khalkedon Deresi demesinin sebebi ise az sonra anlatacağım bakır yataklarının bolluğundan gelmekteydi.

Khalkedon için tarihin en şanssız kentlerinden biri de denilebilir. Bir boğazın iki kıyısını paylaşan bu iki antik kentten birinin, hep diğerinden daha ön planda, hep daha fazla sevilen olduğunu görüyoruz. Byzantion ismi hep İstanbul’un erken tarihi ile özdeşleştirilmeye çalışıldıysa da, İstanbul’un erken tarihi aslında Kadıköy yani Khalkedon ile başlamalıdır. Görüyoruz ki haksızlık aslında ta antik çağlardan başlıyor.

Pers Kralı I. Darius’un komutanı Megabazos, Khersonesos (Gelibolu Yarımadası) ve Hellespontos (Çanakkale Boğazı) bölgelerinde, henüz Pers hâkimiyeti altında olmayan kentlere karşı sefer düzenlerken, M.Ö. 511 yılı civarında Byzantion’u ziyaret etmiştir. Khalkedon kentinin Byzantion’dan 17 yıl önce kurulduğunu öğrendiğinde, esasında Byzantion’un mükemmel bir konumda olduğunu görerek, “Hellespontos halkı tarafından sonsuza kadar hatırlanacak” şu sözleri söylemiştir: “Khalkedonlular o zaman kör olmalıydılar; zira kör olmasalardı, kentlerini kurmak için ellerinin altında daha güzeli varken daha kötü bir mevkii seçmezlerdi.”

Tarihe körler ülkesi olarak gecen Kadıköy/Khalkedon aslında ismini üzerine kurulduğu dağdan çıkan bir madenden alır. “Dalgıç bakırı” olarak bilinen khalkon kolymbeten madenini çıkaranların son derece keskin gözlere sahip olacağı, kirpikleri olmayanların bile kirpiklerinin çıkacağı bir efsane bile anlatılmıştır antik çağlarda. Gözlere iyi geldiği söylenen bu değerli maden, kentin tarihi açısından da önemlidir. Megaralı Yunan kolonistlerin kenti ele geçirip, burada yeni bir kent kurmalarına sebep olan bu bakır yataklarının varlığıdır. Khalkos yani bakır cevheri kentte oldukça boldur ve bu, kentin zenginleşmesi için önemli bir kaynaktır.

Megaralıların kenti kurdukları tarih MÖ 685 olarak kayıtlara geçmiştir. Günümüzden 2700 yıl önce kurulmuş bu antik kentten geriye kalan mezar taşları ve arkeolojik kalıntılar, ne yazık ki kentin karşı kıyısında yer alan müzede sergilenmektedir. Tam da bu nedenle Kadıköy’e bir arkeoloji müzesi gerekmektedir. Çünkü Kadıköy tarihin en önemli antik kentlerinden biridir ve sahipsizdir.

Kentleri yaşanabilir kılan, kentte yaşayan insanların kentin kimliğini oluşturan tüm tarihsel, kültürel, arkeolojik değerler ile kurduğu sonsuz ilişkiler ağıdır. Bu ilişkileri oluşturan ise kentin mitoslarıdır. Kent sadece yapılardan, camilerden, tapınaklardan ya da sokaklardan oluşmaz. Yapıların ve eserlerin çağdan çağa, toplumdan topluma aktarılan hikayeleri, efsaneleri kente ruh ve zenginlik katar, böylece kentin kimliği ortaya çıkar.

İstanbul aslında tam da böyle bir kenttir. Efsaneler, mitoslar ve bunların tarihsel ve arkeolojik gerçeklerle sınanması üzerine kurulmuştur. Zeus ile İo efsanesi, Byzas’ın doğuşu efsanesi, Haliç’in boynuzlu kızı, boğaza dökülen inekler efsanesi ve daha birçok mitos, kentin tarihsel ve kültürel zenginliğinin göstergeleridir. Bugün ise bunlardan geriye ne bir anı ne de bu anıları taşıyacak bir toplum kalmıştır.

Bugün, kentin oldukça küçük bir kısmının (Sarayburnu) abartılı bir tiyatro sahnesine dönüşerek, turistlerin seyrine sunulduğu görülmektedir. Kentlinin kentle kurması gereken ilişkileri, mitosları ticari bir öğeye dönüşmüştür. İstanbul’da eğitim gören hiçbir öğrenci kentin mitoslarını, arkeolojisini ve tarihini bilmemekle beraber, kentin geçmişine dair bir farkındalığa sahip değildir.

Osmanlı, Bizans, Roma ve Yunan dönemlerinde dünya başkentliği yapmış, tarihi Neolitik Çağa kadar uzanan ve belki de tüm Avrupa tarihinin en eski yerleşimi olan Yarımburgaz’a kadar varan tarihsel ve arkeolojik verileriyle İstanbul bizlere binlerce yıllık bir birikim sunar. Maalesef ki, İstanbul’un bu köklü geçmişinin kalıntıları, bunları koruyup halkla buluşturması gerekenler tarafından yok edilmiştir.

İstanbul’da ne yazık ki kentlinin kentle kurabileceği tüm doku ve duygular yok edilmiş, yerine robotlaşmış insanların yaşayacağı parodi bir şehir kurulmuştur. Kadıköy’ün tarihine ilişkin geriye ne Kurbağalı Dere, ne kentin binlerce yıllık tarihine ait bir kalıntı, ne de eski evleri, eski sokakları ya da kimliği kalmıştır. Bugün ne Beyoğlu, ne de İstanbul olarak adlandırabileceğiniz Fatih sınırları içinde halkın bir aidiyet duygusu ile bağlandığı bir kent dokusu kalmamıştır. Tamamıyla kimliksiz, kişiliksiz bir kent yaratılmıştır. Bugün nasıl bir toplum yapısına sahip olduğumuzu, yaratılan bu kentler ile de net olarak görüyoruz.