“Eski Türkiye” ile “yeni Türkiye” arasındaki fark üzerine ne zaman bir şeyler yazıp söylesem, şöyle derdim: Eski Türkiye’de bir devlet ve onun sınırları içinde siyaset yapan partiler vardı, yeni Türkiye’de ise bir parti ve onun hizmetinde bir devlet var.

Yani, yeni Türkiye bir “parti devleti”dir!

Bu değerlendirmenin sahibi de yalnızca ben değildim. Türkiye üzerine düşünüp yazan çok insan benzer analizler yaptı.

Parti devleti derken, kastedilen parti AKP’ydi ve yine onun “bir tek adam partisi”, dolayısıyla devletin “tek adam devleti” olduğu tespiti de muhalefet cenahında hemen herkesin üzerinde ortaklaştığı bir değerlendirmeydi.

Şimdi, bu “parti devleti” kavramının sonuna bir soru işareti ekleyip, onu biraz daha irdelemek gereken zamanlardayız.

Parti çatırdamaya başladıysa, devlet de mi çatırdıyor demektir? Parti bölündüğünde devlet de bölünmüş mü olacaktır?

Bunlar, varlığını devlete armağan etmiş sağ siyaset için mutlaka sorgulanması gereken, ancak yanıtlamakta zorlanacakları sorular. Bunca zaman izledikleri devletin bekası merkezli siyasal çiziğinin kendilerini de nasıl bir açmaza soktuğunun göstergesi…

Bir siyasal parti yalnızca tepe yöneticileriyle parti değildir ve asıl gücünü tabanının genişliğinden, tepede yapılan politikalara bağlılığından ve onu uygulama enerjisinden alır. Bu, AKP’nin ilk yıllarında rakibi olan partilerin bile teslim ettiği bir özelliği idi.

Artık AKP içinden çıkması eli kulağında olan iki parti var. O partiler için AKP’den ayrılan ve ayrılacağını ilan eden kadrolar, üyeler var. Bu partilerin yüzde 8-10 düzeyinde oy alabileceğini söyleyen kamuoyu araştırmaları var. Bunun kalacaklarda yarattığı moral bozukluğu var.

Ancak, iktidar partisinin sorunu sadece ayrılanlar değil. Şimdilik kalıcı olanların partinin geleceğinde ve yeniden dizaynında etkin olmak için giriştikleri kavga da “parti devleti” dediğimiz yapının “parti” kısmındaki çatırdamaların bir başka işareti. En Reisçi geçinen Pelikancıların, Reis’in Adalet Bakanı’nı hedef almaları AKP’de kalacakların iç kavgalarından bir örnek sadece.

Partinin tepesinin partinin tabanının ruh halini ve duyarlılıklarını umursamaz hale gelmesi ise bu iç kavgadan çok daha büyük bir problem.

Egemen Bağış’ın büyükelçi yapılıp ülkeyi ve devleti temsil etmek üzere Prag’a atanmasını alın. Altında AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı’nın imzası olan bu atama konusunda AKP tabanında bir araştırma yapılsa görülecektir ki; adı yolsuzlukla anılmakla kalmamış, “Bakara makara” söylemiyle inançlı AKP’lilerin vicdanında da çizik yemiş bu ismi onaylayanların oranı yüzde 1’i zor bulur.

Partiden böyle seslerin geldiği koşullarda “parti devleti” yönetmekte zorlanır.

O nedenle, Kılıçdaroğlu’nun; “bir süre sonra bunlar … Türkiye’yi yönetemedikleri gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacaklar. ‘Biz yönetemiyoruz, seçime gitmek zorundayız’ diyeceklerdir” saptaması yabana atılamaz.

Kılıçdaroğlu’nun; “Selahattin Demirtaş’ın tahliye edilmesi gerekirken siyasal iktidarın talebi üzerine tekrar tutuklanması aslında bir hukuk faciasıdır” saptaması da çok yerinde.

“Olmaz” denilerek de olsa epeydir erken seçim olasılığından söz ediliyor.

Bir erken seçime hazırlanmak gerek. Ancak, o hazırlık yeni parti kurmaya çalışan eski AKP’lilere “Abdullah Gül’ün ortak cumhurbaşkanı adaylığı” konusunda göz kırparak olamaz!

Cumhurbaşkanlığı süresince “parti devleti”nin her icraatını onaylayan ve Demirtaş’ın şimdi karşı karşıya olduğu “hukuk faciası” gibi vahim konularda sadece “sessiz kalan” Gül’ün ortak adaylığı ancak yeni bir “Ekmeleddin faciası” ve “parti devleti”nin bir yeni halle yoluna devamı olur!