Efsaneye inananlar, Aç Çayır’ın bu topraklarda ölen masumların laneti olduğunu düşünüyorlar. Açlıktan ve yoksulluktan ölenler öbür dünyaya gitmiyor, burada kalıp bir zamanlar yaşadıkları toprakları lanetliyorlar. Kökü çok eskilere dayanıyor olsa da, Aç Çayır efsanesi ile Büyük Kıtlık arasında bağlar kurmak zor değil

Patates

Galway’e doğru yola çıkarken, Mary büyük bir piknik sepeti hazırlıyor. Sepetin içine bolca haşlanmış patates koyuyor. “O kadar patatesi kim yiyecek?” diye soruyorum. “Yolculukta insan çok acıkır,” diyor, “Hem bunlar yeni mahsul. Kabukları incecik.”

İrlandalıların patates merakına akıl erdirmek mümkün değil. Her yemeğin yanında değişik hallerde karşıma çıkıyor. Kızarmış, fırınlanmış, ama en çok da haşlanmış patates. “Skin an’ all” (yani kabuğuyla beraber) servis edilen bu sonuncusu, İrlanda sofralarının olmazsa olmazı. Üzerine tereyağı sürüp her öğünde yiyorlar.

Haşlanır haşlanmaz un gibi dağılan ve pek dişe gelmeyen bu patates türü benim harcım değil. Yolda yiyecek bir şeyler taşımayı da pek anlamlı bulmuyorum. Nasıl olsa bir yerlerde durup karnımızı doyururuz diye düşünüyorum kendi kendime. Fakat Mary ile tartışmak manasız olduğu için sesimi çıkarmıyorum. Patateslerimizi ve diğer yiyecekleri yüklenip yola koyuluyoruz.

Connemara’nın fiyordlarla süslü kıyılarını kat ederek güneye doğru yol alıyoruz. Hava hâlâ çok güzel. Arabanın penceresinden kafamı uzatıp serin rüzgarı kokluyorum. Yolda turist otobüsleri, karavanlar, bisiklete binmiş gençler yanımızdan geçip gidiyor. “Biraz daha böyle devam edersen, Galway’e asla varamayacağız,” diye söyleniyor Mary. Şoförümüz Karen ise bir Janis Joplin şarkısı tutturmuş: “Bütün arkadaşlarımın Porsche’leri var, Tanrım, lütfen bana bir Mercedes ver.” Karen’ın uzun kır saçları var. Onları örüp belinden aşağıya sallandırıyor. “Mercedes olsa kesin gaza basardın sen,” diyor Maureen. O da benim gibi araba meraklısı değil. Mümkün olsa her yere trenle gidecek. “Buralara trenle zor gelirdin,” diye cevap veriyor Karen.

Galway yolunda tıngır mıngır ilerliyoruz. Galway, Büyük Kıtlık zamanında en çok kayıp vermiş eyaletlerden biri. Halkın temel gıdası olan patatese bulaşan bir mantar sebebiyle 1845 yılında başlayan bu korkunç dönem 1852 yılına kadar sürmüş. Kitlesel ölümler, bulaşıcı hastalıklar ve göç sebebiyle, ülkenin nüfusu yedi yılın sonunda neredeyse yarıya inmiş. İrlanda’nın demografisini değiştiren bu felaketin toplumsal hafızada büyük bir yeri var. Joyce, Yeats ve Beckett gibi modernistler başta olmak üzere, Patrick McCabe gibi güncel romancılarla, Tom Murphy ile Conor MacPherson gibi oyun yazarlarına kadar birçok edebiyatçının eserlerinde bu trajedinin izlerine rastlamak mümkün.

Galway’e yaklaşırken önümüzü bir koyun sürüsü kesiyor. Çaresiz durmak zorunda kalıyoruz. “Hah, işte şimdi iyice sıkıştık,” diyor Mary. “Bu sene Kıtlık Yolu’nu yürüyecek miyiz?” diye soruyor Karen. Koyunlara doğru sesleniyor sonra. “Hadi hanımlar! Yolu tıkamayalım.” Anlaşılan onun keyfini hiçbir şey bozamayacak. “Kıtlık Yolu da nedir?” diyorum. Ben böyle sorunca anlatıyorlar. Büyük Kıtlık zamanı açlıktan kırılan köylüler yardım istemek için Galway’de bir derebeyinin kapısına gitmişler. Adam onları geri çevirince dönüş yolunda ölmüş hepsi. Derebeyinin evi şimdi bir otel olmuş. Galway’e gelenler bu yolu yürüyor, oteli işleten aile de kaybedilenlerin hatırasını canlı tutmak için kapıya gelenlere çay ve bisküvi ikram ediyormuş. “İrlanda’daki bütün toprak sahipleri gibi o da İngilizdi tabii,” diyor Mary. “Ben de İngilizim ama sınıfım tutmuyor,” diyor Karen gülerek. “Bugün artık gidemeyiz,” diye iç geçiriyor Maureen, “Kıtlık Yolu için geç oldu.” Bir yürüyüş fırsatını daha kaçırdığı için üzgün. Ama hakikaten çok geç kaldık. Koyunlar bezgin bezgin yanımızdan geçmeye devam ediyorlar. Bir tanesi arabaya sürtünüp sırtını kaşıyor.

Yeniden yola çıktığımızda, yakınlarda dinlediğim bir konuşmada duyduğum İrlanda efsanesini hatırlıyorum: “Féar Gortach,” yani Aç Çayır. Kökü muhtemelen Hristiyanlıktan öncesine uzanan bir batıl inanışa göre, Ada’daki kimi çayırlardan geçerken üzerinize bir ağırlık çökermiş. Aniden bastıran bir açlık hissiyle bulunduğunuz yere çöküp kalırmışsınız. Eğer yanınızda yiyecek bir şey yoksa, çayırın sizin canınızı alması işten bile değilmiş. Yaşlılar bu otlakların nerede olduğunu bilir, oraya gitmekten kaçınırlarmış. Muhakkak gitmek zorundaysalar da, yanlarına illa ki yiyecek bir şey alırlarmış. Şimdilerde ise bu çayırların nerede olduğunu kestirmek zormuş. Onun için, yürüyüşe çıkanların yanına muhakkak bir parça ekmek ya da bir patates verilirmiş. Hikayeye göre, bir lokma bile yeseniz Aç Çayır’ın lanetinden kurtulabilir, hayatta kalabilirmişsiniz.

Bu efsaneye inananlar, Aç Çayır’ın bu topraklarda ölen masumların laneti olduğunu düşünüyorlar. Açlıktan ve yoksulluktan ölenler öbür dünyaya gitmiyor, burada kalıp bir zamanlar yaşadıkları toprakları lanetliyorlar. Kökü çok eskilere dayanıyor olsa da, Aç Çayır efsanesi ile Büyük Kıtlık arasında bağlar kurmak zor değil. Kıtlık sırasında hayatını kaybedenlerin yoğun olduğu bölgelerde buna benzer hikayelere daha sıklıkla rastlandığı söyleniyor. Bu efsane, kıtlıktan ölenlerle geride kalanlar arasındaki hesaplaşmanın devamı gibi görünüyor.

Suçluluk duygusunun dışa vurumu mu? Hayatta kalmış olmanın ağırlığı ile icat edilmiş bir hayalet hikayesi mi?
Bir korunma mekanizması mı? Herhalde hepsi birden.

Bunları düşünürken aklıma Ulysses’de Leopold Bloom’un hiç yanından ayırmadığı patatesi geldi. Kimi eleştirmenler bu patatesin bir tür tılsım olduğunu söylerler. Joyce, Dublin sokaklarında dolaşan karakterini büyülerden, felaketlerden, çıktığı yolculuğun beklenmedik tehlikelerinden korumak için bir tılsım vermiştir ona. Patates, Bloom’a annesi Ellen’ı ve dolayısıyla İrlandalı köklerini hatırlatır. Onun için roman boyunca bu buruş buruş yumruyu cebinde taşır ve kaybolmadığından emin olmak için arada bir eliyle yoklar. Patates, tılsım falan derken, birden bütün parçalar yerine oturdu. Uzun süredir bildiğim bir şeye sonunda anlam verebildim. Bloom’un patatesi demek bunun içindi. Geçmişin ağırlığı ile baş edebilmek ve huzursuz ruhları bertaraf edebilmek için taşıyordu onu. Her İrlandalı gibi, kaybolup giden parçasının hatırasıydı cebinde taşıdığı. Ülkenin açlığa ve sömürüye kurban edilen yarı nüfusuna saygıdan onu bir kenara bırakamıyordu.

“Acıktınız mı?” diye soruyor Mary, “İsterseniz şuralarda bir yerde durup bir şeyler yiyelim.” Böylece daldığım yerden çıkıyorum. Kurak geçen yaz nedeniyle azıcık solmuş çayırlar iki yanımızda göz alabildiğine uzanıyor. “Galway’e daha çok yolumuz var. Bence duralım,” diyor Karen. “Bir koyun sürüsü daha çıkarsa, çığlık atacağım,” diye arkadan sesleniyor Maureen.

Bunun üzerine su kenarında durup piknik yapıyoruz. Mary altın rengi patatesleri ikiye bölüp arasına tereyağı koyuyor. “Şunların güzelliğine bak!” diyor neredeyse övünçle, “Bunlar yeni mahsul. Kabukları incecik.”