Paterson belli bir sanat anlayışı ve sanatçı tipi üzerine bir deneme, gerçekçi bir hikâye anlatmıyor. Film öfkesizliğiyle, küçük şehir hayatından memnuniyetiyle belki amaçlamasa da muhafazakâr bir yerde duruyor

Paterson: Anti-elitist elitizm

Jim Jarmusch’un Cannes’da geçen yıl Altın Palmiye için yarışan ama ödül alamayan Paterson adlı filmi geçen hafta vizyona girdi. Filme adını veren Paterson hem New Jersey eyaletinde bir kentin, hem de bu kentte yaşayan ve filmin kahramanı olan otobüs şoförünün (Adam Driver) adı. Filmin kahramanının kentle aynı adı taşıması, sanki ona kentin bilinciymiş gibi bir anlam yüklüyor. Ama aynı zamanda şiir de yazan Paterson’un böyle bir yanı yok. Şiirleri son derece bireysel, son derece kişisel. Bir kibrit kutusunun kapak tasarımı onun şiirine konu olabiliyor. Paterson, bir otobüs şoförü olarak, kentin nabzını otobüsünde hissediyor ama bunları şiirine yansıttığını görmüyoruz. Şiirlerini, karısı dışında kimseyle paylaşmayan ve kendisine sorulduğunda “şair değilim, sadece şoförüm” diyen Paterson’ın gerçekten de şair olmadığını ya da sadece karısı için şair olduğunu söyleyebiliriz. Bir yazının, filmin, resmin sanat eseri olabilmesi için insanlara sunulmuş olması gerekir. Eser, ancak paylaşıldığı zaman sanat niteliği kazanır. Bir yazının film eleştirisi niteliği taşıyabilmesi ve yazarına eleştirmen denilebilmesi için yazının bir yerde yayınlanması gerekir. Ya da Jarmusch’un film yönetmeni olabilmesi için filmlerini piyasaya sürmüş olması gerekiyordu. Filmlerini kendisi çekip, sonra imha etseydi, Jarmusch diye bir yönetmenden söz ediyor olmayacaktık.
Paterson’un hakkında aslında öncelikle söylemem gereken şey bu filmin gerçekçi bir filmmiş gibi değerlendirilmemesi gerektiği. Ne şoför Paterson gibi bir adam, ne onun karısı Laura (Golshifteh Farahani) gibi bir kadın, ne de böyle bir ilişkinin varolması gerçekçi değil. Öncelikle Paterson, yeryüzüne inmiş melek kadar iyi bir insan. Her daim anlayışlı, her daim hoşgörülü, herkesin derdini dinleyen, gerektiğinde kahramanlık etmekten geri durmayan, çevresinde hiç entelektüel olmamasına rağmen, son derece entelektüel birisi Paterson. Bu kadar entelektüel olmasına rağmen, Amerikan ordusunda görev almış olmaktan gurur duyan ve askeri üniformalı resmini evin görülür bir yerinde sergileyen biri. Sıradan bir Amerikalı otobüs şoförü için askerlik hatırasını evde sergilemek normal bir davranış olurdu. Ama bilmediği şair, tanımadığı ressam olmayan biri olarak Paterson neden asker olmuş olmaktan gurur duyuyor olabilir ki?

Paterson’ın karısı Laura için de benzer şeyler söylenebilir. Laura, film boyunca sedece evdeyken görülüyor. Dışarı çıktığında kamera onu takip etmiyor. Laura ve Paterson’ın evine hiç misafir de gelmediği için genç kadını, kocası dışında herhangi biriyle iletişim içinde görmüyoruz. Evde dinlediği müziklerden, tipinden ve evdeki bazı eşyalardan Ortadoğu kökenli olduğu anlaşılan Laura’nın Nashville’e gidip country şarkıcısı olmak gibi saçma hayalleri var. Bunun için evin kıt kaynaklarını bir gitara yatırabiliyor. Topu topu 200 dolarlık bu harcamanın hane halkı için yüksek bir miktar olduğu Paterson’ın son derece kontrollü ve yumuşak da olsa tepkisinden belli. Laura o kadar sıradan, Beyaz, kır kökenli bir Amerikalı mı ki, country şarkıcısı olma hayali kurar?

Bu çift hiç mi tartışmaz, hiç mi gıcık olmaz birbirine? Paterson, bir gün olsun Laura’nın bol su yardımıyla zorla yuttuğu yemeğini, beğenmediğini söylemez? Laura’nın sevmediği köpeğine bir gün de olsa öfkelenmez mi? Tek kopya olan şiir defterini parçaladığında bile, köpeğe sakin bir sesle seni sevmiyorum demekle mi yetinir?

Film bize ne demek istiyor?
Bütün bunlar ve daha başka şeyler bize bir şey söylüyor; bu filmin derdi başka bir şey, bize gerçekçi bir hikâye anlatmak değil. Paterson filmi sanat ve sanatçı olmak üzerine bir tartışma. Böyle bir kavramsal çerçeve içinde anlamlı olabilir film. Filmden ve Jim Jarmusch tarihinden ipuçlarına baktığımızda karşımıza çıkan isimler arasında şunlar var: şair William Carlos Williams, ressam Jean Dubuffet ve Jarmusch’un Paterson’la birlikte vizyona çıkan biyografik filmi “Gimme Danger”ın kahramanı şarkıcı Iggy Pop.

Mesele o kadar basit değil
Şair Williams, elitizm karşıtı, yerellikten beslenen, Beat kuşağının öncülerinden bir şair(miş). Mesela T.S. Eliot’un şiirini entelüektel olmakla, yabancı sözcüklere fazla yer vermekle, klasik ve Avrupa edebiyatına çokça gönderme içermekle eleştirmiş. Filmin finalinde şoför Paterson’ın Japon turistle karşılaşmasında gündeme gelen bir ressam var: Jean Dubuffet. Dubuffet’nin ait olduğu akım olan “l’art brut”ün de iddiası yüksek sanata karşı “alçak sanatı” savunmak. Art brut sözcüğünü wikipedia “ham sanat” olarak Türkçeleştirmiş. Elitizme karşı gelen bir müzik akımı varsa o da punktır. Enstrümanlarını çalmayı bilmemek, 3 akordan fazlasını kullanmamak gibi “değer”leri vardı punk’ın. Punk’ın atası sayılan Iggy Pop’un grubu The Stooges’la yaptığı ilk albümün adı ‘Raw Power’dı. Raw Power’ı Türkçeye kaba/ham kuvvet olarak çevirebiliriz. ‘Raw power’ ve ‘art brut’ aynı şeyden söz ediyorlar sanki. İlkel, fazla işlenmemiş olan, herkesin “teorik olarak” yapabileceği bir sanattan söz ediyorlar. Bir otobüs şoförünün de. Fakat mesele o kadar yalın ve basit değil.

70’lerde çokça tartışılan bir soru vardı: Sanat sanat için midir, sanat halk için midir? “Sanat sanat içindir” önermesini, sanatçı, sanatı kendisi için yapar, bireysel bir sanattır yaptığı diye tercüme etmek çok yanlış olmaz herhalde. Jean Dubuffet, “Boğucu Kültür” (Dost Kitabevi) adlı kitabında şunları yazmış: “Bir topluluk için, kendisini oluşturan bireylerin var güçleriyle toplum ilkesine karşı birey ilkesini öne çıkarmaya çalışmalarının ve bireysel yararla toplumsal yarar arasındaki karşıtlığın iyi hissedilip korunmasının çok sağlıklı olduğuna inanıyorum. Zira eğer bireyler toplum ilkesine boyun eğerek kendi yararları yerine toplum yararına sarılmaya kalkarlarsa, ortada birey, dolayısıyla diyebiliriz ki, [gerçek anlamda] topluluk da kalmayacak, kalsa bile kanı çekilmiş olacaktır.” Dubuffet’nin birey-toplum arasında tercihini bireyden yana yaptığı açık sanırım. Aynı şeyin Williams’ın ve Paterson’ın (filmdeki şiirlerin yazarı aslında Ron Padgett) şiirleri için de söylenebileceğini düşünüyorum. Paterson’ın şiirlerini paylaşmak gibi bir derdi olmayışı, onları tamamen kendisi için yazdığını gösteriyor diyebiliriz.

Paterson da bir elit aslında
Bu filmde önerilen bir sanat anlayışı var kanımca. Bu sanat anlayışı da olabildiğince bireysel, “sanat sanat içindir”ci, anti-elitist ama toplumcu olmayan ve hatta kaçınılmaz olarak da karşı çıktığı elitizmin bir parçası olan bir sanat anlayışı. Anti-elitizmin elitizme çıkması kaderin bir cilvesi. Gerçekten popüler işler yapanlar, anti-elitist bir sanat yapalım diye yola çıkmazlar. Böyle yola çıkanlar sanatın elitleridir. Dubuffet tabloları en seçkin müzelerdedir, Jarmusch’un filmleri en seçkin film festivali olan Cannes’da yarışır vs., vs... Paterson da sıradan bir adammış gibi sunulsa da tam bir elit aslında. Filmin çözemediği ve çözemeyeceği bir karşıtlık bu. Paterson, Dubuffet’nin 1922’de Eiffel Kulesi’nin tepesinde meteorolojist olarak çalıştığını bilecek kadar malumat sahibidir, çünkü New York okulu şairlerini okumuştur. Williams gibi yerelliğe önem verir ama ne şiirleri kentin insanlarına dairdir, ne de Paterson bir Tom Joad (Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nin kahramanı, Bruce Springsteen’den hatırlanabilir) olma iddiasındadır. Ve ama evinde asker üniformasıyla fotoğrafı durur. Son derece sade şiirler yazar, neredeyse düzyazı gibidir yazdıkları ama bu şiirler sıradan insanların zevkine hitap eden cinsten değildir. Dubuffet’nin resimlerinin ve Iggy Pop’un müziğinin olduğu gibi. Iggy Pop’un en bilinen şarkısı ‘Lust for Life’ı, rock müziğinin en elit isimlerinden David Bowie üretmiştir örneğin. Bireycilik, bazen tehlikeli yerlere kadar da gider. Bowie’nin Berlin’deki Nazi selamı, Williams’ın ilk döneminde üzerinde büyük etkisi olan Ezra Pound’un Mussolini ve Hitler hayranlığı, punk’ın Nazi imgelemine sahip çıkışı, Iggy Pop’un askeri imgelerle sürekli oynayışı (“Search and Destroy” şarkısı, asker miğferiyle albüm kapağında –Naughty Litle Doggy-görünmesi...) ve Siouxsie gibi isimlerin gamalı haçı süs olarak kullanmaları gibi. Gerçi bunlardan Pound dışında hiçbirinin ciddiye alınması gerekmiyor.

Sadede gelecek olursak, Paterson belli bir sanat anlayışı ve sanatçı tipi üzerine bir deneme, gerçekçi bir hikâye anlatmıyor. Film öfkesizliğiyle, küçük şehir hayatından memnuniyetiyle belki amaçlamasa da muhafazakâr bir yerde duruyor. Öte yandan sıradan insana sunmaya çalıştığı ama aslında pek de başaramadığı selamla bir hoşluk da yaratıyor. Filmin denemeci yanı keşke daha inandırıcı bir hikâyeyle çerçevelenmiş olsaydı. Filmin üst katmanında okunacak bir şey yok.

Peki sanat ne içindir? Ben insan içindir deyip işin içinden çıkıyorum.