Havalar ısındığı için teknede okuyup yazmaya başladım. Denize açılınca karaya uzaktan bakabilmenin verdiği iç rahatlığıyla gündem dışı konularda da yazabiliyorum. Karaya çıkınca durumlar değişiyor, “bunlara rağmen bunlar oldu” düşüncesi ve tanıklığı, çabucak içimi karartıyor. Siyaset bilimcilerin “enseyi karartmayın, geçecek bugünler” sözleri içime su serpmiyor, onlar da uzaktan bakıyorlar çünkü, tarihsel bir dönem olarak değerlendiriyorlar yaşananları. Ben tarihsel bir dönemi değil, şimdiki hayatımı yaşıyorum, burada ve şimdi…

Nurdan Gürbilek, “Sessizin Payı”nda Walter Benjamin’in patikaya uçaktan bakmakla, patikada yürümek arasındaki farka dair sözlerine yer verir. Patikada mı yürümelidir denemeci, yoksa uçaktan ormana mı bakmalıdır? Nurdan Gürbilek, Walter Benjamin’in kapitalist dünyanın ara sokaklarında yürümeyi tercih ettiğini söyler: “Manzarayı tarayan bir gözlem uçuşundansa, kavramı çileci bir disiplinle geri çeken bir gezintiyi önemsiyordur Benjamin. Düşünceye deneyimin yoğunlu¬ğunu kazandırabilmek için nesnenin buyruğunda yaşanacak bir çı¬raklığı önemsiyordur.” Ama bununla da yetinmiyor elbette Walter Benjamin, içinden geçtiği o ara sokaklara, bir de “çatıların, gemi direklerinin” üzerinden bakar.

Denize açılmak da, karaya çıkmak da gerekli, dışarıdan ve içeriden bakarak anlayabilirim yaşadığım bu süreci. Umut da, umutsuzluk da bu yüzden bir yanılsamaymış gibi geliyor bana, önemli olan hedefler belirleyip hareket etmek ve bir de geçtiğin yolları unutmamak. Ormanın içinde nereye doğru yürüyünce kaybolmuş, nereye doğru yürüyünce yeni bir patika çıkmıştı karşımıza, hatırlamak… Örneğin Gezi’yi hatırlamak, bütün o çok renkliliği ve çok sesliliği içinde, doğruları ve yanlışlarıyla… Gezi’nin yeniden ortaya çıkmasını engellemek için üzerine o kadar çok yalan, acı ve gözyaşı döküldü ki…
Asa Lind’in “Kumkurdu” adındaki çocuk kitabının ikinci cildinde vardı, Kumkurdu, hareketli fotoğraflar hâlindeki anılarına bakarken, rüzgâr kötü bir anısını, insanların öldüğü bir gemi kazasıyla ilgili anısını uçuruyordu kumsalda. Çocuk kahramanımız Zackarina’nın eline geçiyordu o anı. Zackarina, Kumkurdu’nun kaybolma tehlikesi geçiren anısına verdiği değeri anlamıyordu önce, bir sürü acı anıyla dolaşmanın ne anlamı vardı? Kumkurdu, “Yalnızca neşeli anıların kaldığını bir düşünsene?” diye sormuştu. Çocuk kitabı deyip geçmeyin, Kumkurdu’nun Zackarina’ya sorduğu ve yanıtladığı bu soruyu günlerce düşündüm. Çoğu kimse katliamlar hakkında konuşmayı istemiyor, madenlerde ya da inşaatlarda ölen işçileri… Peki ya bireysel acılar, onları unutmak için gösterilen çabalar?.. İşte böyle böyle dağılıyor insan, kim olduğunu unutuyor. Bana kendimi hatırlatacak anılar, öncelikle hüzünlü olanlar. Turgut Uyar’ın da yazdığı gibi, hüzün dışında her şey akıp gider.
Teknede Onetti’nin Alef’ten çıkan “Tersane” adlı romanını okuyorum bir yandan. Larsen, âşık olduğu kadına şöyle söylüyor: “Hayatım hakkında ne yapacağımı bilmiyordum, inanın bana; bir tekneye bindim, canımın istediği yerde indim. Yağmur başladı ve o bara girdim. Siz içeri girdiğinizde durum buydu işte.” Nefis değil mi? Bir tekneye binip canının istediği yerde inmek, sonra yağmurdan kaçıp aşka tutulmak… Ama öyle olmuyormuş işte, Kafkaesk bir atmosferde romanın patikasında yürürken anlatılan olayları yaşadığımız sürece benzeterek hüzünlü kahkahalar atıyorum sık sık.

Kitabın sonunda, “Onetti Üzerine” diye bir yazı da var. Onetti şöyle diyor yazının bir yerinde: “Dünya üzerinde bir yerlerde hep, uyku ve işten daha çok düşlere vakit ayıran bir insan olacak, bu insanın insan olabilmek için hikâye uydurmak ve anlatmaktan başka bir çaresi olmayacak.” Bizim hikâyelere ihtiyacımız var, bu patikada yürürken sadece vakit geçirmek için değil, insan kalmak ve nereden gelip nereye gittiğimizi bilmek için…