“Yeni Türkiye, Sivil Toplum Örgütleri’nin, işadamlarının, sizlerin ellerinde yükselecektir”. Mart 2015’te Balıkesir’de yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle sesleniyordu işadamlarına. Ve soruyordu: “Sizler bir işadamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.”

16 Nisan’da yapılacak olan Anayasa referandum oylaması bu amaca yani şirketleşmeye yönelik köklü bir değişimi amaçlıyor.
Hiç şüphe yoktur ki Türk tipi başkanlık sistemi dünya açısından bir model olacaktır. Çünkü önerilen sistem gerçeklikte başkanlık değil patronluk sistemidir. Devletin yapısal olarak dönüşümüdür.

Yeni dönemin şiarı belli ki “patron devlet, işçi millet” olacaktır.

Küreselleşme süreci ile birlikte “yönetişim” kavramı anahtar bir rol oynamaya başladı. Bu kavram toplumsal çıkar ya da kamu yararı denilen, sermayenin hareket alanına kısıtlayan her alanda adeta bir anahtar hatta maymuncuk işlevi gördü.

Yönetişim “birlikte yönetmek” anlamına geliyor. Küresel sermayenin (emperyalizm ya da üst akıl da diyebilirsiniz) hem finansal hem de ideolojik örgütleri olan Dünya Bankası, IMF vb kurumlar uzun zamandır bu kavram temelinde yeni bir sistem inşa etmeye çalışıyor.

Sistem, yönetime sermayenin, herhangi bir yasal kısıtlamaya tabi olmadan doğrudan dahil edilmesini amaçlıyor. Halkın söz ve karar hakkı ise STK’lerin inisiyatifine teslim ediliyor. Halk adına sözü STK’ler (Sivil Toplum Örgütleri) söylüyor.

Sermaye de, hükümet de üçüncü sektör olarak tanımlanan bu alanda (STK alanında) son derece aktif. Hem kendi örgütleri var, hem de kendi adlarına sosyal sorumluluk bağlamında faaliyet yürüten kurumlar.

Türkiye’de STK’lerin etkinliğinin son 10-15 yıllık süreçte ne ölçüde yaygınlaştığı, bunlara ne gibi işlevler verildiği ortada.
Kamu kaynaklarının, arazilerinin hangi kurumlara ve nasıl aktarıldığına tanığız.

Üstüne üstlük eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kritik alanlarda kamunun etki alanı daraltırken bu kurumların nasıl işlevsel bir araç olarak kullanıldığını da görüyoruz. Vakıf Üniversiteleri’nin bu alanların piyasalaştırılması açısından oynadığı rol sermaye açısından paha biçilemez boyutta.

AKP’nin uzun yıllara yayılan iktidar dönemi adeta kamu kaynaklarının hükümet ve sermaye arasında paylaştırılması ve yağmalanması şeklinde yürüdü. Ancak zaman zaman toplumsal muhalefet, zaman zaman yasal mevzuat bu süreci yavaşlattı. O yüzden bu yasal süreçler ve toplumsal muhalefet bir engel olarak algılandı.

Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan Mayıs 2015’te başka bir toplantıda “siyasilere düşen işadamlarının önünü açmak, bir yerde tıkanma varsa bunu gidermektir” diyor. Bu noktada ‘pratik’ olunması gerektiğini söyleyen Cumhurbaşkanı, “Eğer bu konuda pratik olmazsak neticeye varamayız. Hiçbir zaman mevzuat amcaya lütfen takılmayalım. Bununla bir yere varılmaz. Başarının sırrı pratik çözümdedir”.

Nedir bu pratik çözüm?
Belli ki yeni rejimde bakanlıkların yerinde özel sektör temsilcilerinin şekillendirdiği yönetişim aygıtları olacak. Özel sektör ile iktidar arasındaki ortaklık kalıcı olarak oligarşik bir sermaye iktidarını önümüze getirecek. Böylelikle devleti doğrudan sermaye yönetecek, yöneticiler ise komisyoner olacak. Bir distopya gibi. Acaba çok mu karamsarım?

Daha önceki yazılarımda Yatırım Danışma Konseyi’nden (YDK) bahsetmiştim. Çokuluslu şirketlerin temsilcilerinin, Türkiye’deki iş dünyasının temsilcilerinin ve ilgili kamu kurumlarının katılımı ile oluşan bir danışma kurulu YDK. Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu bünyesinde faaliyet yürütüyor. Her tavsiyeleri bir talimat gibi algılanıyor. Yatırım ortamını iyileştirmek, işadamlarının önünü açmak demek!

Nasıl açılır işadamlarının önü? Sermaye üzerindeki vergiyi, sosyal güvenlik primini kaldırırsın. Kıdem tazminatı sistemini tasfiye edersin. Sendikaları ortadan kaldırır, grevleri yasaklarsın. Halk üzerindeki vergiyi, emeklilik prim sürelerini ve yaşını artırır, emekli aylıklarını düşürürsün. Kamu yararına faaliyet yaratan odaları devre dışı bırakırsın. Yasaları ortadan kaldırır, talimat sistemini getirirsin. İtiraz edene yaşam hakkı tanımazsın.

Ekonomi; sermayenin, siyaset manipülasyonun alanı haline gelir. Siyaset becerisinin karşılığında ödüllendirilir.

Halkın ekonomik süreçlere seçimler yoluyla dahil olmasını engelleyen, ekonominin idaresini “üst akıla” (emperyalizme) teslim eden bir rejime gidiyoruz.

17 Nisan’da bu kâbustan uyanmaya var mısınız?