Bu aralar bir eczaneye yolunuz düşerse, sorun bakalım ne kadar bulunmayan ilaç var. Dövizin durdurulamaz tırmanışı çok sayıda ilacı “yok” etmiş ve eczacılar hastalarına ilaç verememenin sıkıntısını yaşıyor.

Sıkıntı büyük ve ekonomik duruma ilişkin çarpıcı bir veri ama medyada bu sıkıntıdan bir iz yok!

Siyaseten normal koşullarda yeri yerinden oynatacak bir durumu da Erdoğan itiraf etti. İnce’nin Diyarbakır mitingindekilerin HDP’li olduğunu söyleyerek, milli istihbaratın muhalefeti izlediğini açık etti.

Bunun vahametini tartışan bir medya da yok!

Medyada konuşulması gereken çok şey var, hele de bu derece kritik bir seçim öncesinde, ama hiçbiri yok!

En küçük propaganda olanağının son derece değerli olduğu şu günlerde, kampanyanın en iddialı muhalif adayları TRT’deki konuşmayı reddedip, devletin televizyonunun iktidarın borazanı olmasını protesto ediyorlar.

Radyo ve televizyonun devlet kontrolünde olmasına bu yüzden karşı çıkıldı ve bu alanda özelleştirme demokrasinin, çok sesliliğin garantisi olarak sunuldu.

Gelin görün ki, medyada özel mülkiyet ve ekonominin gazetecilik dışında her alanında faaliyet gösteren patronların bu alana da hakim olması, içeriğin en önemli belirleyicisinin medya sahibi olması dışında bir sonuç vermedi.

Gazete sahiplerinin gazeteciliğe müdahalesini anlatan en çarpıcı örneklerden biri bir medya patronunun ölümüyle yaşandı.

“6 Kasım 1991’de Daily Mirror, 88 yıllık tarihinin en sıra dışı basımlarından birini yayımladı. Bir önceki gün erken saatlerde ‘Kaptan Bob’ olarak anılan gazetenin patronu Robert Maxwell, Kanarya Adaları’ndaki Tenerife yakınlarında, lüks yatının güvertesinden kaybolmuştu. İkindi vakti yaklaşık 140 kilo ağırlığındaki cesedi Atlantik’ten çıkarıldı. … (Ölümü) Çarşamba sabahı 36 sayfalık gazetenin 15 tam sayfasında sergilendi.”*

15 tam sayfa!

Manşetler yaşamını yitiren patrondan alışılmadık ölçüde saygıyla söz ediyor; onu “görkemli şahsiyet”, “yayıncılık devi ve dünya çapında devlet adamı”, “içinde yer aldığı bütün olaylara hakim olan” kişi olarak niteliyordu.
Öyle ki, Britanya’daki ulusal gazeteler 1965’te Winston Churchill’in ölümüne bile böyle yer vermemişlerdi. Maxwell’in ölüm haberleri Churchill’i de geçmiş ve iki futbol kulübünün de sahibi olduğu için ardından sergilenen saygı geçidi spor sayfalarına taşmıştı.

Başka gazetelerde çıkan kimi yazılarda, Maxwell’in artan mali sıkıntılarını ve ticari imparatorluğunun çökmekte olduğunu okuyabilirdiniz, ancak Maxwell’in kendi gazeteleri bu konuda ölü kadar sessizdi!
Ne zaman ki Mirror gazetecileri kendi emeklilik kesintilerinin bile Maxwell’in özel şirketlerinin borçlarının ödenmesi için kullanıldığını ve emeklilik fonundaki 700 milyon poundun tamamen buharlaştığını öğrendiler, yavaş yavaş dilleri çözülmeye başladı.

Maxwell’in haberlere nasıl müdahale ettiği, birinci sayfaları kendince yaptığı, editoryal bağımsızlık diye bir şey kalmadığı, devam etmekte olan madenciler greviyle ilgili imzalı bir makaleyi bile değiştirdiği, “borsacılar, kurları ayarlayanlar, emlakçılar ve futbol kulübü yöneticileri hakkında”ki yazıları defalarca müdahale ederek yönlendirdiği anlatılmaya başlandı.

Maxwell’in hikâyesi bir basın patronunun içeriklere nasıl müdahale ettiğinin, o müdahaleye maruz kalan gazetecilerin ancak patron bir nedenle patron olmaktan çıktığında konuşabildiğinin hikâyesidir.

Malum bizde de yakın zamanda en büyük medya grubu el değiştirdi. Yeni patron eski patronla çalışan onlarca gazetecinin işine son verdi. İşine son verilen gazetecilerin yerine –hoş eski patron da buna dikkat ediyordu ya- iktidarla ilişkileri daha iyi yürütecek, daha “organik gazeteciler” yerleştirildi.

İşlerini ve eski patronlarını kaybedenler eskiden işlerin nasıl yürüdüğüne dair neler söyleyecekler, şimdi yeni patronla işbaşı yapanların bir başka iktidar ortaya çıktığında durumu ne olacak, zamanla göreceğiz.

Ya da, Maxwell gibi örneklere bakıp, patron-medya ilişkisi üzerine kendi çıkarımlarımızı yapacağız.

*Belsey, A & R. Chadwick, 2011, Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, Çev. Nurçay Türkoğlu, İstanbul: Ayrıntı.