İşin eve taşmasının iş-yaşam ayrımını kırarken aslında tüm hayatı işgal ettiği bir durumda sürekli iş düşünür halde olmak belli ki basitçe “işkoliklikle” açıklanamaz. Çalıştığı süre boyunca kamerasını açık tutması beklenen veya ekran hareketlerinin her an izlenebildiği teknolojiler altında çalışanlar içinse patrondan uzak olmanın denetimden muaf olmak anlamına gelmediği açık.

Patrona uzak denetime yakın

HANDE TUHANİOĞLU

Emeğin toplumsal ilişkileri anlamlandırmadaki temel rolünü çeşitli kavramsal tartışmalarda bulabileceğimiz gibi, günlük yaşamda karşımıza çıkan en basit sorularda, bu hayatta ne yaptığımıza ya da büyüyünce ne olacağımıza dair bitmeyen arayışlarımızda da yakalayabiliriz. İşe gitmek için saat kaçta kalkıyoruz, maaşımızdan memnun muyuz, patronla aramız nasıl, iş arkadaşlarıyla muhabbet keyifli mi, işimizi seviyor muyuz? Dahası, kendi ilgi ve yeteneklerimize uygun bir işi, yaratıcılığımızı ve birikimimizi özgürce aktarabileceğimiz bir biçimde, insanca üretme ve hayata devam etme olanaklarını kaybetmeden sürdürebilmek, üstüne üstlük bu işten rahatça geçinebilecek kadar para kazanmak mümkün mü?

Bu sorunun cevabını kapitalist ilişkilerle örülü bir gerçeklikte aradığımızı kabul edersek, düşünmeye Marx’ın şu sözleriyle başlayabiliriz: En kötü mimarı arıların en iyisinden ayıran şey, mimarın peteği balmumundan inşa etmeden önce zihninde kurmasıdır.1 İşte emeğin yabancılaşması kavramı da insanın kendi üretme eylemi üzerine düşünmesinin engellenmesini ve böylelikle sürecin öznesi olmaktan çıkıp bir nesneye dönüşmesini; yani zihin ve beden emeği arasında kurulan yapay bir bölünmeyi ifade eder. Buradan yola çıkarak, hem sermayeyi elinde tutan hem de üretimin amacının ve yönteminin kurgulanmasında söz sahibi olan ‘patronları’ hedef tahtasına oturtup alternatif yollar tasarlayabilir miyiz?

“Kendi işinin patronu olma” veya “sevdiğin işi sevdiğin şekilde yapma” vaatleriyle bir dönem hayalleri süsleyen evden çalışma modeli veya freelance işler böyle bir çerçeve içinde tartışılabilir. Yapmayı sevdiğin şeyden para kazanma veya orijinal bir fikirle zengin olma gibi trendler bilgi ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmenin iş tanımlarını ve alanlarını hızla dönüştürdüğü son dönemde zaten sıkça gündeme geliyordu. Ancak salgın koşulları altında birçok çalışan için zorunluluk, geniş bir kesim içinse ulaşılamayan bir imkân haline gelen evden çalışmanın, gerçekten bir özgürleşme biçimi mi yoksa hâlâ devam eden yabancılaşma ve sömürü ilişkilerinin yeni ve belki de daha kurnaz bir yüzü mü olduğu sorusu daha canlı bir biçimde su yüzüne çıktı.

Teknolojik gelişmeler ve yeni iş kollarıyla paralel olarak değişen toplumsal süreçleri ‘post-Fordist’ dönem, ‘ağ toplumu’, ‘bilgi çağı’ gibi kavramlarla açıklayan ve 1990’lar itibariyle yoğunlaşan yaklaşımlar, dijital çağda zihinsel etkinliğin bedensel olanın önüne geçmesiyle ve zamansal-mekânsal sınırlılıkların akışkan hale gelmesiyle beliren yeni emek tanımlarından söz eder. Bahsedilen ‘bilgi işçileri’, artık kolektif bir çabaya gerek duymaksızın kendi işini daha yaratıcı, özgür ve otonom bir biçimde yürütebilen yeni bir kesimi, ‘altın yakalıları’ işaret eder.2 Bu yaklaşımlar ortaya attıkları kavramsal çerçeveler ölçüsünde birbirinden ayrılsa da, hepsinin ortak noktasının toplumsal ilişkileri anlamlandırmada üretim ilişkileri yerine aidiyet ve kimlik oluşumu gibi meseleleri merkeze alınarak, soruyu gerçekten yaptığımız işin kim olduğumuzu belirlediği bir düzleme indirgemeleri olduğunu söyleyebiliriz. Emek ve toplumsal gerçeklik arasında kurulan bu ilişkide göz ardı edilen nokta, açıklanmak istenen toplumsal varlığın da incelenen emek süreçlerinin de bireysel değil, kolektif bir düzlemde anlam kazandığıdır. Öyleyse, üretim ilişkilerini temel alan bir bakışla değişen emek formlarını ve özelde evden çalışmayı nasıl değerlendirebiliriz? Bu soruya cevap vermek için emek temelli bir bakış açısının özenle kurulmasına ve toplumsal gözleme ihtiyaç olduğu açık. Bense yazının kalanında böyle bir bakış açısının kapı açabileceği bazı tartışma başlıklarından bahsetmeye çalışacağım.

İlk adımda, bahsettiğimiz üretim ekseninin, güvencesizlik, düşük ücretle esnek çalışma ve işsizliğin norm haline geldiği bir istihdam biçimi ile şekillenen neoliberal emek rejimine işaret ettiğinin altını çizmek gerekir. Böylece, hem evden çalışmanın kendi başına bugünün üretim ilişkilerini açıklayan bir biçim olmak yerine bu ilişkilerin tezahürlerinden biri olduğunu göstermiş, hem de tartışmayı tarihsel zemininden koparmamış oluruz. Bu çerçevede, ev ve çalışma arasında kurulan ikiliğin biçim değiştirmesi, yani üretimin bir ölçüde ‘özel alana’ itilip ‘kamusal’ bağlamda elde ettiği bazı kazanımlardan mahrum kalma tehdidiyle karşı karşıya kalması, neoliberal emek rejimine zaten içkin olan bir tahribatın pekişmesi olarak değerlendirilebilir. Bu tahribat, bir yandan üretimi bireysel bir alana hapsederek kolektif düşünme, talep etme ve harekete geçme imkânlarının önünü kapatırken bir yandan da işin maliyetini azaltarak sermayenin sırtından kayda değer bir yükü almış olur. Üretim iş arkadaşlığına duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracak kadar bireysel bir düzleme sıkışırken, omuz omuza çalışmanın getirdiği kolektif üretkenlik ve toplumsallaşma yollarının önü kapanır.

Evde gerçekleşen üretim üzerine yapılan bu tartışma elbette yeni değil. Ev içindeki görünmeyen/ücretsiz bakım emeğinin toplumsal yeniden üretimdeki rolü feminizmin öteden beri üzerine bastığı en temel noktalardan biri. Patriyarkal kapitalist düzenin evin içinde ve dışında sistematik baskı ve sömürüye maruz bırakıp görmezden geldiği kadın emeğinin evden çalışma koşullarında karşı karşıya kaldığı tabloda, sömürü ikiye katlanmanın da ötesinde birbirinin üzerine binerek zaten var olmayan zamanı da işgal eder hale gelir. Hal böyleyken hâkim söylemin evden çıkmadan çalışmayı bir lüks, bir nevi mesainin ortadan kalkması olarak önümüze koyması, feminizmin mücadele tarihi içinde genişlettiği siyasal sınırların yeniden daraltılmasına yönelik gerici bir söylemden başka bir şey değil.

Bu anlamda, ana akım medya organlarında sıkça karşımıza çıktığı haliyle, zamanın isteğe bağlı organize edildiği, mekânsal ve zamansal kısıtlılıkların ötesinde, hiyerarşik yapılardan arınmış, üretkenlik ve yaratıcılığa izin veren çalışma koşulları vaat eden bu modelin sözlerinin ne kadarını yerine getirebildiğini yeniden sormak gerekir. İşin eve taşmasının iş-yaşam ayrımını kırarken aslında tüm hayatı işgal ettiği bir durumda sürekli iş düşünür halde olmak belli ki basitçe “işkoliklikle” açıklanamaz. Çalıştığı süre boyunca kamerasını açık tutması beklenen veya ekran hareketlerinin her an izlenebildiği teknolojiler altında çalışanlar içinse patrondan uzak olmanın denetimden muaf olmak anlamına gelmediği açık. Ev içindeki koşulların eşit olmadığı, üstelik işin devamı için zorunlu olan temel ihtiyaçlara herkesçe eşit oranda erişilemediği durumda ortak bir mekân fikri her zaman bir hapisle eş olmayabilir. En nihayetinde, vaktinin çoğunu başında geçirdiği bilgisayarından kafasını kaldırdığında gözü bir başkasını arayanlar için şanslıysa ilk kahvenin bedava olduğu kafelerde uzun saatler çalışmak dışında bir seçenek kalmadığında, evde olmak kadar dışarı çıkmanın da tadı kaçabilir.

Buradan baktığımızda, geçtiğimiz günlerde Koç Holding’in 35 bin çalışanı için evden çalışmayı salgın sonrasını da kapsayacak şeklide kalıcı hale getirme kararının arkasındaki dinamikleri daha kolay anlamlandırabiliriz. Ancak bununla Almanya’da olduğu gibi salgın süresince evden çalışmanın zorunlu hale getirildiği uygulamalar arasındaki farkın altını çizmekte fayda var. Evden çalışma, tek başına bir emek rejiminin açıklayıcı öğesi olmadığı için, onu her koşulda sömürü düzenini besleyen bir strateji olarak kabul edip bir tarafa atmak hem başından beri ortaya konmaya çalışılan ilişkisel düşünce yönteminin dışına çıkmak, hem de bugün yaşamlarını tehlikeye atacak olsa da dışarıda çalışmak zorunda kalan büyük bir kesimin gerçekliğini göz ardı etmek anlamına gelir. Salgın koşullarında şartları elverişli olduğu halde evden çalışma modelinin kullanılmadığı birçok sektörde bu model bir kâr elde etme yönteminden çok düzenin karşılayamadığı bir sosyal hak konumunda. Tam da bu ayırımda temel düğüm noktası daha berrak bir şekilde beliriyor. Özgür ve eşit koşullarda çalışmak, üretimin yönteminin ve amacının süreç üzerine düşünme ve söz söyleme birliğini toplumsal düzlemde elde eden emekçiler tarafından belirlendiği bir düzende mümkün.


1Marx, Kapital, 1. Cilt, s.283-4.

2Gamze Yücesan-Özdemir, İnatçı Köstebek, s.52-61