Amerikalı film eleştirmeni Pauline Kael, geçen hafta öte-dünyadan yüzüncü yaşını kutladı. Kael 1968 ile 1991 yılları arasında New Yorker dergisine sinema eleştirileri yazmıştı. Zekiydi, lafını esirgemezdi, başkalarının beğenisine aldırmazdı. Zaten genellikle onun fikirleri çağdaşlarının fikirlerine ters düşerdi. Ama döneminin en nüfuzlu eleştirmenlerinden biriydi. İnsanlar heyecanla, o hafta ne yazmış diye beklerdi. Hayranı kadar düşmanı da […]

Pauline Kael 100 yaşında

Amerikalı film eleştirmeni Pauline Kael, geçen hafta öte-dünyadan yüzüncü yaşını kutladı. Kael 1968 ile 1991 yılları arasında New Yorker dergisine sinema eleştirileri yazmıştı. Zekiydi, lafını esirgemezdi, başkalarının beğenisine aldırmazdı. Zaten genellikle onun fikirleri çağdaşlarının fikirlerine ters düşerdi. Ama döneminin en nüfuzlu eleştirmenlerinden biriydi. İnsanlar heyecanla, o hafta ne yazmış diye beklerdi.

Hayranı kadar düşmanı da olan, sözünü esirgemeyen, film eleştirmenliğine yepyeni bir soluk getiren, bilgili, acımasız ve sübjektif Pauline Kael, 82 yaşında evinde hayata gözlerini yumdu. O yıl, 2001 Eylül’ünde kitaplığımdaki Kael kitapları da öksüz kaldı. Yıllar önce ilk yazısını okumanın heyecanıyla kitaplarını almaya başladığım Pauline Kael, sıkı sinema seyirciliği dönemimde en hayran olduğum eleştirmendi. Çoğu kez aynı fikirde olmasam da… Önemli olan onun bir şeyi beğenip beğenmediğinden çok, esprili üslubu, bir de her yazısında sergilediği sinema bilgisi, daha doğrusu kültür – sanat birikimiydi.

Pauline Kael, eleştirmenliğe geç yaşta başladı. Bu işten para kazandığı sıralarda 40’ını geçmişti. Yirmi yılı aşkın süreyle çalıştığı New Yorker’a girdiğinde ise, neredeyse 50 yaşındaydı. 1968’de, “Bonnie and Clyde” eleştirisinin yayınlanmasından sonra, derginin film eleştirmeni oldu. Aralarında “I Lost It at the Movies,” “Kiss Kiss Bang Bang,” “Deeper Into Movies” (1974 Ulusal Kitap Ödülü) ve “5001 Nights at the Movies”in de olduğu on üç kitap yazdı. O vakte kadar, üç evliliği arkasında bırakmış bir kadın olarak kendisini ve kızı Gina James’i reklam metinleri ve ders kitapları yazarak, kitapçıda tezgahtarlık ederek geçindirmiş, aşçılık ve terzilik yapmıştı. Bir de, sinemaya gitti. Kendi deyişiyle, “çok okuyan bir ailenin çok okuyan kızı”ydı. Aynı filmleri beğenmedikleri için okuldaki erkek arkadaşlarıyla bozuştuğunu bile hatırlıyor.

Sonraları başkalarıyla filmler hakkındaki fikirlerinin uyuşmamasına alıştı, çünkü en çok düşmanı olan eleştirmenlerden biriydi. Bir o kadar da hayranı vardı. Onun bazı laflarını, bazı eleştirilerini ezbere bilirlerdi. “Sound of Music”e “Paranın Sesi” adını veren, ilk eleştirisinde “Sahne Işıkları”na “Sahne Pislikleri” diyen kadını kim unutabilir? “Auteur”lük kurumunu reddetmesiyle meslektaşı Andrew Sarris’i de kendine düşman etti. Gene eleştirmen Renata Adler onu yerden yere vurdu. Buna karşılık, aralarında Charles Taylor ve Roger Ebert’in de bulunduğu genç eleştirmenlere çok yardımı oldu. Yazıları 10’u aşkın kitapta toplandı, onun üslubunu benimseyen ve kendilerine “Paulette”ler diyen, çok sayıda erkek eleştirmene ilham kaynağı oldu.

Yirminci yüzyılın en önemli film eleştirmenlerinden Kael, felsefe öğrenimi görmüş, gerçek anlamıyla kültürlü bir yazardı. Filmlerini seyirci heyecanıyla izlerdi, hiç not almazdı ama her şeyi hatırlardı. Kurşun kalemle yazardı, daktiloyu öğrenmemişti. Yabancılık duygusu yarattığını söylerdi. Saçmasapan filmlere, sanat filmi yapmak için “işi bulandıran” yönetmenlere (kimi filmleriyle Resnais ve Antonioni dahil), bir de aptallara tahammül edemezdi. Filmleri yalnızca başka filmlere değil, hayat tecrübesinin her anına, her duygusuna, bilgisine bağlardı. Küçücük bir kadındı, 1.50 boyunda. Son yıllarda kemik hastalığı yüzünden beş santim daha kısalmıştı. Dürüsttü, lafını esirgemezdi, ama insanları severdi. Güzel giysileri, köpekleri de. Ve iyi yiyecekleri, özellikle meyvelerle sebzeleri. Sertti ve çok komikti. En hazmedilmez lafları kadife gibi sesiyle yumuşatırdı.

Pauline Kael, yirmi yıldır Parkinson hastalığı çekiyordu. Son ânına kadar aklı başında kaldı, ölüm döşeklerine düşmedi. Hastalığından bıktı ama korkmadı. Başka hiçbir şeyden korkmadığı gibi… Onun 1960’ların sonuna doğru New Yorker’a gelmesi sinema zevkinde bir devrimin habercisi olmuştur. Sevgili Pauline, 100’üncü yılın kutlu olsun. Seni okurken kendimizi sinemada hemen yanında oturuyormuş gibi hissederdik. Yaşadığımız kadar, unutulmayı hak etmeyen adının hatırlanmasına çalışacağız.