Yaşanan sorunların ortaya çıkardığı tartışmalar, tartışmaları kendilerini ilgilendiren tek diyalektik alana çekmeye çalışanlar sebebiyle çoğu zaman eksik kaldı, o yüzden bu filmin durduğu yer ve tonu bana iyi geldi.

Pazarlıksız ve inkâr savıcı

Doğu Anadolu’da, karlarla kaplı dağlık bir alanda erkek ilkokul yatılı okulundayız, hava -35 derece, yollar kapalı. Mehmet isimli küçük öğrenci hastalanıyor ve bilinci kapalı bir şekilde yatıyor. Esrarengiz bir şekilde hastalanan Mehmet’in ilk elinden tutan oda arkadaşı Yusuf, onu iyileştirmek için çırpınırken okuldaki tüm bürokratik kollar olaya dâhil oluyor. Mehmet’in neden bu hale geldiği ise adeta sırlarla kaplı. Bu gizemi kendine ana silah edinmiş film olgun senaryo ile hikâye finaline kadar yavaş yavaş açılıyor ve ancak filmin en sonunda öğrenebiliyoruz her şeyi. Senelerdir artık belli bir kalıplaşma haline gelmiş olan, kırılması mümkün görülmeyen buz kütlesi gibi bir sistem ile karşı karşıya kalan öğrencileri gördükçe sinirleniyoruz ama film ilerledikçe buz kütlesini aşamayanlar kümesine öğrencilerden, öğretmenlere, müdüre, hademeden, çaycıya herkesi dâhil etmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ve dolayısıyla herkesin kendisine, kendi gücü yettikçe mecburi alternatif yollar geliştirmiş olduğunu görüyoruz. Ve bürokrasinin asırlık kurbanlarının, korkudan kaynaklanan sırları ile bir mücadele filmi olan Okul Tıraşı dünyasında buluyoruz kendimizi.

KİMSE TEK SUÇLU DEĞİL

Okuduğum bir romanda, dürüstlüğün tüm toplumsal sınıfların sahip çıktığı bir övünç vesilesi olmalıyken politikanın çamurlu yollarında el yordamıyla ilerlendiği oranda özellikle pragmatizmin şefliği ele alarak, konseri, notaları hiç umursamadan yönetmeye koyulduğu durumlardan bahsetmişti bir yazar. Ne kadar da haklı. Tüm ahengin bozulup, notaların hiç umursanmadan yönetilmeye koyulduğu bu okul, bir yanıyla aslında hâlâ süregelen derin bir asimilasyon temsili. Kürt çocuklarının asimilasyonunu resmeden, sınıfta geçen iki ders sahnesi filmin bu derdiyle direkt olarak bağlantılı. Ancak sinemamızda nadir karşılaştığımız şekilde, dolaysız ve pazarlıksız, içten ve dürüstçe. Meraklı izleyiciye olayların panoramik bir görünümünün sunulmasının da tercih edildiği Okul Tıraşı filminde bazı detay kadrajlar ise Kürt’lerin yaşadığı haksızlık ve sorunlara dair insani bakış açısını bir saniye olsun kaybetmiyor. Ayrıca, bazen pür kötü olduğunu düşündüğümüz karakterin dahi öyle çıkmadığı hikâye, kimsenin sanıldığı kadar masum olmadığını da sebebiyle ortaya çıkarıp, sorunun ve sorumlunun genel olarak sistemin ta kendisinde olduğunu söylemekte. Bu önemli, çünkü bu sayede inkârcı seyirciyi inkârından uzaklaştırmada başarılı olabilmekte. Basit, yalın, faydacılık karşıtı anlatımdan beklenen bence bu olmalı.

pazarliksiz-ve-inkar-savici-851858-1.

ISLAK KİRPİKLİ ÇOCUKLAR

Yönetmen Ferit Karahan’ın senaryosunu Gülistan Acet ile birlikte kaleme aldığı filmin hiçbir karakterinin suni kalmaması, hepsinin birbirinden farklı bir şekilde kendileri gibi hikâyede yer almış olması filmin en güçlü yanlarından. Elbette ki senaryonun bu yaklaşımını, oyuncu kadrosunda yer alan Ekin Koç, Melih Selçuk, Cansu Fırıncı, Mahir İpek hakkıyla tamamlamışlar. Ancak en büyük alkışı bana kalırsa hiçbiri profesyonel oyuncu olmayan ve oyuncu kadrosunun çoğunluğunu oluşturan küçük oyuncular hak etmekte. Özellikle Yusuf karakterini canlandıran Samet Yıldız’ın ıslak kirpikli hüzünlü ve ürkek gözleri, endişeli vücut kullanımı insanın adeta içine oturuyor; hele ki annesiyle telefon konuşması yaptığı filmin kilit sahnesinde bu duygu daha da derinleşiyor.

DOĞRU ÇERÇEVE, ALÇAKGÖNÜLLÜ İDDİA

Teknik anlamda son derece iyi olan filmde, görüntü yönetmeni olarak Türksoy Gölebeyi’nin yer alması çok doğru bir karar olmuş. Kendisini Faruk Hacıhafızoğlu’nun Kars'ta karlar içinde geçen başarılı bir film olan Kar Korsanları’nda da takdir etmiştim. Zorlu iklim ve coğrafya koşullarında geçen bu her iki film de görsel teknik ve yaratıcılık anlamında başarılılar. Okul Tıraşı’nda yönetmenin kullanmayı tercih ettiği 4:3 çerçeve oranının filme çok uygun olduğunu düşünüyorum. Bu oran kullanımının gösterişçi bulunduğunu biliyoruz ve evet bazı filmler için bu sıfat doğru olabilir ama bu film için değil. Biraz önce bahsettiğim birbirlerinden farklı olan karakterlere, kameranın çok yaklaşması yani onların hayatlarına sorgusuzca dalması en doğrusu olurdu ve nitekim karakterlerin çevresindeki her şeyi yok eden ve seyircinin karakterin gözlerinden onu tanımasına, anlamasına olanak veren bu çerçeveleme bu filmin alçakgönüllü iddiası ile de oldukça uyumlu. Dünya prömiyerini korona salgını nedeniyle bu yıl iki aşamalı düzenleyen 71. Berlin Film Festivali’nin Panaroma bölümünde yapan ve Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) Ödülü’ne layık görülen film umarım Türkiye’de seyirci ile bir an önce buluşur. Ülkede yaşanan sorunların ortaya çıkardığı tartışmalar, tartışmaları kendilerini ilgilendiren tek diyalektik alana çekmeye çalışanlar sebebiyle çoğu zaman eksik kaldı ve genelin inkârına sebebiyet verdi, işte en çok da bu sebeplerle bu filmin durduğu yer ve tonu bana iyi geldi.