Dilek Karaaslan’ın ilk kitabında yer alan on dört farklı yalnızlık öyküsünde hep kadınlar var. Kadının toplumsal varlığı, kadınlık halleri, hayal kırıklıkları, acılar ve direniş. Çocukluktan itibaren, direnememiş kadınların hikâyelerinin içinden hüzünle geçeceksiniz.

Peki ama; tatlı bir şey yok mu?

ÖZGE DOĞAR

Dilek Karaaslan’ın ilk öykü kitabı Edisyon Yayınevi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Dilek Karaaslan bizlere ‘Tatlı Bir Şey Yok Mu?’ sorusunu soruyor.

‘Tatlı Bir Şey Yok Mu’, ilk öykü kitabın ve ilk heyecan… Nasıl doğdu demekle başlamak istiyorum, neler yaşadın, süreç nasıl işledi? Senin hayatında edebi anlamda öykü nasıl çiçek açtı, bunun senin için anlamı nedir?
‘Tatlı Bir Şey Yok Mu’, 2014-2015’ten beri yazdığım ve birkaçı dergilerde yayımlanmış öyküleri bir araya getirdiğim bir ilk kitap oldu. Kitabın yayımlanması elbette çok sevindirici. Günümüzde yeni bir yazarın ilk kitabını yayımlatmasının güçlüklerini göz önüne aldığınızda, üstelik basım maliyetlerinin ön görülemeyecek bir safhaya ulaştığı bu dönemde daha da önemli. Dergilerde ve çeşitli platformlarda yıllardır öykülerim yayımlanmasına rağmen bu güçlükleri bire bir yaşadım. Bazen ‘ret’ yanıtlarından çok yorulduğum, vazgeçmeyi düşündüğüm olduysa da direndim. Şimdi iyi ki vazgeçmemişim diyorum. Yaşamım boyunca elinden kitabı düşürmeyen biriydim ama edebi türde okuduklarım oldukça kısıtlıydı, aynı yıllardan itibaren (2014, 2015) bir şekilde okuduklarımdan sıkılıp edebiyata yöneldim. Öyküyü keşfettim diyebilirim. Sonrası daha çok, daha çok okuyarak, nitelikli atölyelere katılarak, çok iyi hocalardan iyi öyküleri ve öykücüleri seçmeyi öğrenerek gelişiyor diyebilirim.

Kadın öyküleri, kadınlık hâlleri, umutlar, travmalar, kadın sessizliği, bazen çığlığı kitabın ana teması. Kadınlık nedir sence? Ülkemizde kadın sorununa nasıl bakıyorsun? Kadınları ayrıştırmak mümkün mü, politik bir tavır olarak kadınlar ayrıştırılarak birlikteliği kırma çabasında bir yaklaşım var.
Kadınlığı, ele aldığınız bağlamda konuşmak daha doğru olur ama, kişisel fikrimi soruyorsanız, kadını ve erkeği insanı oluşturan iki lego parçası gibi görüyorum. Biri diğerinin ayrılmaz parçası, hukuki deyimle mütemmim cüzü. Biri olmazsa hayat devam etmez, yaşamın bir yüzü eril, diğeri dişil. Buna rağmen dünyanın en ileri ve gelişmiş ülkeleri dâhil, iki cins arasında bütünüyle bir denklik ya da eşitlik söz konusu değil. Eğer dünya gerçekten cinsiyetlerin birbirine denk olduğu bir yer olsaydı bu tanımlamalara gerek kalmazdı. Öte yandan kadının en önemli gücü ona bahşedilen doğurganlık özelliği. Bu özellik kadına yaşamı devam ettirme misyonu ve manevi bir üstünlük yüklüyor belki ama yalnızca ideolojide, hamasette kalan bir şey bu. Öte yandan bunu tek başına yapmıyor elbette. Dolayısıyla her iki cins için abartılı tanımlamalardan kaçınılması gerektiğini, kadına ekstra yükler yükleyecek, bizden sonraki kuşakların genetiğine işleyecek, zihinlerinde sınırlanmış imajlar oluşturacak, feodal, lirik, romantik, her türlü açıklamanın gereksiz ve yararsız olacağını, gerçekten bir ‘kadınlık’ durumu tanımlaması yapılacaksa ona da zarar vereceğini düşünüyorum. Ne kadınlık ne erkeklik hâllerinin abartılmaması gerektiğine inananlardanım. Kısaca, kışkırtılmış kadınlık ya da kışkırtılmış, aşırı uçlarda simgelerle yaşanan erkeklik durumlarının bırakın toplumu, bireylerin kendilerine bile yararı olmuyor.

Ülkemizde kadınların sorunları ne yazık ki, katlanarak devam ediyor. Bırakın kadınların aynı işe aynı maaşı alamamaları, daha iyi eğitime, donanıma, vb şartlara sahip olsalar bile pek azının şirket üst yönetimlerinde yer alabilmesi, hem çalışıp hem ev işleri ve çocuk bakımını üstlenmeleri gibi sorunları, artık hayatta kalabilme gibi temel bir sorunları var ülkemizde. Kadın cinayetleri inanılmaz bir hızla katlanarak devam ediyor. Bu konunun ne toplumda ne kamu otoritesinde karşılığını bulduğunu, üzerinde yeterince çalışıldığını ve doğru anlaşıldığını düşünmüyorum. Yoksulluk, göç, göçmen kadınların durumu, pandemi sürecinde okullardan alınan kız öğrencilerin eğitim fırsatını kaybetmesi, çocuk evlilikleri, kadın işsizliği, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması vb. Bunların her biri gerek kamu otoritesi, hukukçular, gerekse STK’lar ve çeşitli toplumsal kuruluşların üzerinde ortaklaşa çalışarak çözmesi gereken temel sorunlar.

Kadınları ayrıştırmak teknik olarak elbette mümkün, zaten bugün yapılan da bu. Öte yandan şartlar ne olursa olsun, her zaman varlığını duyuran, korkmayan, adalet arayan, tüm farklılıkları içinde barındırabilen, çok sesli ve güçlü bir kadın hareketi var ülkemizde. Ben bu hareketin gücüne ve samimiyetine inanıyorum.

Acılara rağmen sana göre tatlı bir şey var mı?
Var elbette, umudu yitirmemek. Sonra yine şartlardan bağımsız, negatif olanla boğuşarak, hep konuşarak, onu çoğaltmak ve zaman öldürmek yerine herkesin en iyi bildiği, severek yaptığı ne varsa ona yönelmesi. Zamanını, her ne yapıyorsa en iyisini yaparak değerlendirmesi, tadı orada bulmalı diye düşünüyorum.

Yazın dünyasında geleceğe nasıl bakıyorsun?
Umutla. Birçok nedenden dolayı karamsar olabiliriz. Dünya genelinde entelektüel gelişim hızı, okunan kitap sayısı, dünyayı, yaşamı anlama biçimleri, edebiyat, sanat, hepsi dönemin konjonktürüne göre aşağı, yukarı belli bir marjla dalgalanabilir ama gelişim eğrisi hep yukarı yönlü gider. İnsanlığın ortak hafızasında kayıtlı kazanımlar geriye gitmez. Dolayısıyla, ‘yazın dünyası’, insanlık var olduğu, okuma, yazma becerisi son bulmadığı sürece hep ileri gidecek diye düşünüyorum. Her ne kadar birçok sebepten dolayı az okunmasından şikâyetçi olsak da gerçekte basılan kitap sayısının yıllar içindeki gelişimine bakarak bunun böyle olmadığını görebiliriz.