İki ayını geçtiğimiz karantina ilk günlerindeki kitap, film, dizi tavsiyesi çılgınlığı üzerine yazıp çizmiştik. Kimsenin canı sıkılmasın diye bir seferberlik başlamıştı. Harun Tekin ve Nilay Örnek ile FestTogether kapsamında yaptığımız çevirimiçi panelde Nilay’ın bu konudaki şaşkınlığı dikkate şayandı. Karantinanın ilk haftasında korsan pdf kitap arşivlerinin açılmasını garip buluyor, can sıkıntısını kitap okuyarak dindireceğini düşünen birinin, daha ilk haftadan binlerce kitaplık korsan arşivlere düşecek kadar kitapsız kalma ihtimalinin olmadığını düşünüyordu. Satın alan aldı, almayan pdf kitap arşivlerine daldı. Peki ne oldu o kitaplar? Sahiden okundu mu? Okunduysa nasıl okundu?

Kitaplarla ilgili ikinci karantina gündemi de canlı yayınlarda arka planda hep kitaplıkların yer almasıyla ilgili dönen mavraydı. Güya birileri bununla dalga geçmişti ama savunanlar çoğunluktu. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda derdim, canlı yayın fonundaki kitaplardan ziyade, karantina günlerinde zamanımızın çoğunu geçirdiğimizi düşündüğüm sosyal medyanın okuma pratiklerimize etkisi üzerine bir düşünmek.

ZAMANIN İKİ ÖNEMLİ BİÇİMİ

Karantina bizi sonsuz bir şimdiye sıkıştırdı. Sıkı izole olanlar günleri bile karıştırmaya başladı. Bu sonsuz şimdinin içinde kitap okumak ve daha ötesi anlamak mümkün mü? Evet mümkün ama bir şeyler eksik diye düşünürken birkaç yıl önce okuduğum Douglas Rushkoff’un Present Shock: When everything happens now? (Türkçede: Hemen Şimdi Budalası, Ufuk Yay., 2015) kitabındaki ilgili bölüm aklıma düştü. Rushkoff’a göre iki zaman vardı; birincisi; kayıt altına alınmış olandı; bilgi ve sembollerle bağlanmış şeylerin oluşturduğu zaman buydu ve gölete benziyordu. İkincisi akan zamandı. Bu da bir akarsuya benziyordu ve an içinde var olup geçen şeyler tarafından oluşturuluyordu. İkisinden biri değerlidir denilemezdi, çünkü gölet kendiliğinden bir ekosistemdi ve içinde yaşam kuruluyor, kültürler geliştiriliyordu. Akan zaman yani akarsu ise bir devinimle kendi ötesinde bir değişim yaratıyordu. Asıl sorun bu ikisine birbirinin alternatifiymiş gibi davranmaya başladığımızda ortaya çıkıyordu.

SOSYAL MEDYANIN OKUMAYA ETKİSİ

Rushkoff sosyal medyanın bu iki zamana birbirinin alternatifi gibi davranma yanılgımızı tetiklediğini düşünüyor. Çünkü sosyal medyanın akan zamanında her şeye üstünkörü bir dikkatle bakma alışkanlığı kazanıyoruz. İşte bu okuma alışkanlığı kitap ya da makale gibi daha uzun metinleri okuma biçimimizi de etkiliyor. Kitapları da hızlıca okuyup özünü kavrayacağımızı umuyoruz. Oysa ki kitaplardaki bilgiler ya da kurgular çoğu kez çok katmanlı bir okumaya ihtiyaç duyuyor. Bunun yerine acele ederek en derin düşünceleri belleğimizin en kısa süreli gelip geçici bölümlerine atıyoruz. Rushkoff işte bu okuma biçimine ‘aşırı sarma’ ismini veriyor. Çünkü çok uzun, doğrusal bir süreci, sosyal medyadaki gibi tek bir akış ânına sığdırmaya çalışıyoruz. Bu biraz Woody Allen’ın hızlı okuma kurslarına gidenlerle ilgili yaptığı meşhur espriyi hatırlatıyor. Hani Savaş ve Barış’ı okuduğunu ve aklında kalan tek şeyin “Olaylar Rusya’da geçiyordu” der ya o hesap. Sorun henüz bu esprideki kadar abartılı değilse de sosyal medya pratiğinin okuma sürecimizi her geçen gün daha zorlaştırdığı açık.

SIRTIMIZI KİTAPLARA VERMEK GÜZELDİR

Kitaplar karantinanın ilk günlerinde önce tavsiye sonra tüm canlı yayınlarda fon olması yönüyle gündeme geldi. Oysa kitap okuma sürecini sosyal medya ile birlikte nasıl yürüteceğiz, bu konuda kendimizi nasıl terbiye edeceğiz soruları daha kritik. Bu sorunları aşmak için önce sosyal medyadaki okumayla kitap okumanın farklı okumalar olduğunu kendimize sık sık hatırlatmak şart. Bu pek yeterli olmayacaktır. Öyleyse sosyal medya kullanımını azaltmak ve hiç değilse “kararında” seviyesine çekmek gerek. Yoksa, insanın sırtını kitaplara vermesinden güzel bir şey yok, fonda ne kadar çok kitap varsa o kadar iyi. Henüz okunmamış olsalar bile. Umberto Eco’nun evindeki devasa kütüphaneye bakıp “hepsini okudunuz mu?” şeklindeki klişe soruyu soranlara verdiği kinayeli cevabı hiç unutmam: “Bu kitapların hiçbirini okumadım. Yoksa niye tutayım ki?”* Yani bir gün okunacak olduklarını düşünmek bile yeter ama okundukları gün nasıl okunacakları da önemli. Bu yazıyı o kaygıyla yazdım.

*Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco-J.-C. Carriere (Can Yayınları, 2010)