Pelin Esmer’le Kraliçe Lear’ı konuştuk: ‘Kurtarıcı bekleyen’ kadın hikâyesi değil

İMRAN GÖKÇE ŞAHİN

Pelin Esmer’in ‘Kraliçe Lear’ filmi, Mersin Arslanköylü tiyatrocu kadınların köylere giderek yaptıkları tiyatronun hikâyesini anlatıyor. Filmin temalarının çok tanıdık olduğunu söyleyen Esmer, “Bu filmde üzüleceğimiz ya da kurtarmaya alışkın olduğumuz kadınları görmeyeceksiniz” diyor.

“Kraliçe Lear”, yeni bir film olsa da biz bu kadroyu aslında “Oyun” filminden tanıyoruz.

Aslında tamamen aynı kadro değil. “Oyun”da 9 kadın vardı, bu kadınlardan 5’i bu filmde var. Aynı zamanda, Mersin Şehir Tiyatrosu profesyonel oyuncularıyla birlikte oluşturdukları karma bir kadro bu filmdeki tiyatro ekibi. Tabii,Oyun”dan tanıdığımız Arslanköylü 5 kadın ön planda. Adlarını da söyleyeyim: Ümmü, Zeynep, Behiye, Fatma, Cennet.

Siz bu ekibe nasıl dahil oldunuz?

Benim kadınlarla tanışmam sizin de dediğiniz gibi “Oyun” filmiyle oldu. 2003 yılında köylerinde tiyatro yapan bu 9 güzel kadınla ilgili bir haber okudum. Daha hiçbirini tanımıyorken otobüse atlayıp köylerine gittim. Film yapmak bir ümitti sadece. Sonuçta hiç tanışıp görüşmeden, karşılıklı birbirine güven telkin etmeden bir belgesel film yapmak mümkün değil. Onlarla kamerasız birkaç gün geçirdikten sonra birlikte “Oyun” filmini yapmaya karar verdik. Sonucunda da “Oyun”, 2005’te çıkmış oldu. Film festivallerle Türkiye ve pek çok ülkede yoluna devam ederken kadınlar da tiyatro yapmaya devam etti. En büyük isteğim ve hayalim buydu. Yani, bu süreç sadece film çekilirken devam etmedi. Filmden de önce başlamış bir süreçti. Kadınlarla iletişimimiz de aradaki 14 yıl boyunca ara ara devam etti. Bu arada ben üç kurmaca film yaptım; onlar da günlük hayat gayeleri, çocukları, torunları ve tiyatrolarıyla birlikte bir 14 yıl geçirdi. “Kraliçe Lear” ile tekrar bir film çekmeye başlamam da şöyle oldu: 2017 yılının temmuz ayında Hüseyin Arslanköylü’den bir telefon aldım. Hüseyin Arslanköylü de “Oyun” filminden hatırlayacağınız, kadınların kendi hayat hikâyelerini oyunlaştıran ve kendisi de Arslanköylü olan lise müdürüydü. Beni aradığında, ki daha önce konuştuğumuz için bunu zaten biliyordum, artık Mersin Şehir Tiyatrosu müdürüydü. Çok güzel bir proje üzerinde çalıştığından bahsetti bana. Mersin civarında, maksimum 800 nüfuslu 30 ücra dağ köyü seçip her gün bir köye giderek bir turne yapma projesi olduğunu anlattı. Bu turnede gidecekleri köyler yolu izi belli olmayan, en son 1946’da yolları yapılmış, gayet maceralı bir yolculukla ulaştığımız köylerdi. Hayatlarında hiç tiyatro görmemiş insanların yaşadığı, suyun bile zor ulaştığı köyler. Zaten özellikle bu köyleri seçtiler. Orada köy seyirlik oyun, Karagöz-Hacivat ve “Oyun” filmini göstermek üzere bir program yaptılar. Bir kamyonla yolculuk ettiler, oyun ve Karagöz’den sonra projeksiyonla filmi kamyona yansıttılar ve köy meydanı, çeşme başı ya da okul binaları gibi mekânlarda tüm köy halkını toplayarak gösterimler yaptılar. Bu projeyi Hüseyin Bey bana ilk anlattığında çok heyecanlandım. Beni “Oyun” filminin gösterim izinleri, telif hakları için aramıştı. Ben de o kadar heyecanlandım ki aynı “Oyun” filminde olduğu gibi bu projeye dahil olmak istediğimi söyledim. Çok hızlı bir biçimde üç kişilik bir ekip topladım. Birkaç hafta sonra ben de onlara dahil olmak üzere 30 gün sürecek bu turneye başlamış olduk. “Kraliçe Lear” da aslında bu turnenin hikâyesi.

Tabi, “Kraliçe Lear” bir tiyatro oyunun hikayesi. Fakat, filmin öznesi kadınlar olduğu için siz bu filmi kadınlığa dair bir film olarak tanımlar mıydınız?

İnsana dair, sanata dair ve hayata dair derdim. Çünkü, aradan geçen on dört yılı hem kendi açımdan hem de onlar açısından izlemek müthiş bir hayat deneyimi. Bu 14 yıl içinde değişen hayatlarını, tiyatro yapmanın onlara getirdiği kazançları tekrar görebilmek… Hatta o kadınların, bu kazançları gidip başka köylerde başka kadınlara aktarmasına şahit olmak her şeyden öte, insanlık adına çok heyecan verici bir şeydi. Aralarındaki o doğrudan ve güçlü iletişim, kendilerini örnek göstererek başka kadınlara ve çocuklara örnek olmaları… Tabii, bu bir eğitim programı ya da kadın hakları gezisi değil. İnsan insana: “Bak arkadaş, bu bana iyi geldi. Sana da iyi gelecek.” demek için yaptıkları bir turneydi, deneyimdi diyeyim. İşin bir diğer tarafında da sanatın zamansızlığı ve evrenselliğine dair bir şeyler de var. Köy seyirlik oyunlar sergiliyorlardı, benim önerim doğrultusunda “Kral Lear” uyarlamasını oynadılar. Tabii ki bu oyunu kendi hayatlarına, kendi dillerine ve beklentilerine göre kendileri uyarladılar, Mersin Büyükşehir Belediyesi sanat yönetmeni Ahmet Aksoy’un yardımıyla. Bu da tabii Shakespeare’in ve sanatın zamansızlığına, mekansızlığına dair çok hoş bir testti. Filmin bu yanları benim için çok kıymetli. Kadınlarla olan kısmı da elbette önemli. Sonuçta orada tiyatro aracılığıyla özgüvene, pek çok olumlu şeye sahip olmuş o beş kadının başka kadınları nasıl etkilediğini ve oradaki başka kadınların gözlerinin içine baktığımda etkileşimlerini görmek herkese nasip olsun diyeyim. Filmde de bunları göreceksiniz zaten.

Siz de metni yorumladılar dediniz. Peki, metni ilk okuduklarında kendileriyle ortak noktalar buldular mı? Sonuçta ilk filmde kendi hikayelerini oyunlaştırıyorlardı, burada ellerinde hazır bir metin var.

Öyle hazır bir metinden bahsedemeyiz. Ahmet Bey onlara “Kral Lear”in hikâyesini anlattı. Onlar da bu hikâyeyi kendi hayatlarına, o yöreye aslında biraz da hepimize göre uyarladılar diyebilirim. Bir antik tiyatroda doğaçlamayla birkaç prova yaparak oyunu hazırladılar. Çünkü çok tanıdık şeyler: hayat, yaşlılık, ölüm, yaşlanınca bizi bekleyen yalnızlık, çocuklarla babanın ekonomik ilişkileri. Sonuçta mal mülk dağılımı, para hırsımız, parayla ilişkimiz zamansız kavramlar. İyilik ve kötülük kavramları da tiyatronun, sinemanın ve hayatın temel kavramları. Dolayısıyla onlar kendi dillerince metni çok güzel içselleştirdiler.

“Oyun”da kadınlar, erkek karakterleri oynarken bu rolleri günlük hayatlarında zaten oynadıklarından bahsediyorlardı. Örneğin, “Erkek gibi olup ormandan odun getirmek” gibi. Kraliçe Lear’ı oynarken de benzer motivasyonlar bulabildiler mi?

“Kraliçe Lear”da aslında tüm roller kadın olarak oynandı. Kral Lear’i de bir kadın oynadı, Kraliçe Lear oldu. Bunları zaten yapıyoruz dedikleri şey de ölümü yaklaşan babanın ölümü peşindeki çocukların mal mülk merakları. Onlar için, aslında hepimiz için çok tanıdık. Dolayısıyla, filmle ilgili çok tüyo da vermek istemiyorum ama mal mülkle olan ilişkimiz, “Ben olsam şunu mu yapardım?” gibi sorular oldu. İşin hoş kısmı da Shakespeare’in metninin onlara kendi sorularını sordurabilmesi oldu.

Ben de zaten bu süreçte başka köylerle dayanışma oldu mu, diye soracaktım biraz onu açıkladınız gibi.

“Kraliçe Lear” ile birlikte dediğim gibi 30 köye gittik. Köylere özellikle oyun saatinden önce gidiyorduk ki kadınlarla birlikte kapı kapı dolaşıp seyircilerimizi topluyorduk. Onlarla çay içiyorduk, tanışıp sohbet ediyorduk. Arslanköylü kadınlar, “Biz de sizdeniz, yok bir farkımız.” sohbetinden sonra köy halkını oyuna davet ediyorlardı hatta bazen oyunlarına katıyorlardı. Tabii ki oradaki kadınlarla inanılmaz bir etkileşimleri oldu. Ben ileriki zamanlarda da bu filmler ve onların oynayacakları oyunlar o köylerde dolaşsın isterim. Ayrıca, yine o köylerden sadece bu etkileşimle kalmayıp eyleme geçecek kadınlar ve çocuklar olduğunu düşünüyorum.

Peki duyduğunuz kadarıyla benzer bir biçimde projeler var mı başka köylerden çıkan? Mesela yine tiyatro çalışmaya başlamış kadınlar?

Evet Hüseyin Bey böyle bir köyden bahsetmişti. Biz bu turne sırasında köylerine gittikten sonra onlar da heveslenip Hüseyin Bey’i arayıp biz de yapmak istiyoruz demişler ama henüz gerçekleştirme fırsatı olmamış. Ama olacak, olmalı. Ben bu filmin ve kadınların oyunlarının köy köy dolaşacağına, başka köylere sıçrayacağına, kar topu gibi büyüyeceğine inanmak istiyorum. Fakat bunun sürekliliğinin olması gerekiyor. En önemli şart bu. Bir iki turneden sonra devam etmezse sadece güzel anılar kalır ama süreklilik olursa kapılar aralanır, açılır. Arslanköylü kadınların ve çalışmalarının belediyeler için de örnek teşkil ettiğini düşünüyorum, devam ettiği takdirde de benzer çalışmaların olabileceğini düşünüyorum. Zaten Hüseyin Bey’e: “Bizim köyümüze de gelin.” gibi istekler geliyormuş dediğim gibi. Hemen bir tiyatro kurmak o kadar kolay olmayabilir belki ama diğer köylerden insanlar da bir girişim ya da lider arıyorlar. Bu da az bir şey değil; daha önce hiç tiyatro görmemiş köylerden böyle bir talebin gelmesi de önemli bir etkileşim. Böyle böyle de orada tiyatro olur, sinema olur veya kendilerini ifade edebilecekleri, seslerini duyurabilecekleri, “huu biz de varız, buradayız, görün bizi” diyecekleri herhangi bir şey olur ama bizlerin bu insanların oralara gitmesi gerekiyor. Bu organizasyonların yerel kişilerin öncülüğünde, belediyelerin ya da sivil toplum örgütlerinin desteğiyle daha çoğaltılarak yapılması taraftarıyım.

Peki, sizin hiç şehirden gelen birisi olarak karşılandığınız oldu mu? Ya da sanki üstten bakan bir gözmüşsünüz gibi algılandığınız?

Konumum biraz daha farklı olsa da ben ekibin parçasıydım, hiç yadırgamadılar. Bir de insanlar artık kameraya o kadar alışkınlar ki… Benim de tercihimle büyük bir film ekibi olarak sunmadık kendimizi zaten 3-4 kişiydik. Biz onların yanında, ekibin parçası olarak yer aldık. Zaten olay o kadar keyifli ve heyecanlı ki sadece gözlemlemiyorsunuz olayın bir parçası da oluyorsunuz. Seyirci gelecek mi gelmeyecek mi, oyun çıkacak mı çıkmayacak mı, kim gelecek kim gelmeyecek, nerede gülecekler nerede tepki verecekler… Bunlar sadece onların değil hepimizin merak konusu oluyor. Dolayısıyla hepimiz olayın bir parçası olarak hissettiğimiz için dışarıda hissetmedim, hissettirmediler de. Tabii bu kadınlarla eskiden gelen bir ilişkimin olmasının da faydası var.

İki film de aslında taşra meselesine dair bir şeyler söylüyor. “Oyun” da “Kraliçe Lear” da taşrayı farklı bir pencereden anlatıyor. Kadının taşradaki yerinin sinemaya etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sonuçta köyde başlayan bu süreç sayesinde Saraybosna’daki festivalde prömiyer yaptığınızı düşünürsek bu iki film ve deneyim taşra meselesi hakkında size neler söylüyor?

Taşra ya da şehirde sürekli acıdığımız ve kurtarmaya çalıştığımız karakterlerin dışında da karakterler görmek istiyorum izleyici olarak. Bu karakterler de elbette sinemada var ve olmalı ama sadece o hikâyeleri dinlediğim zaman bir şey eksik kalıyor benim için. Köylü dediğimiz, bir de köylü kadın dediğimiz zaman yerleşmiş çok fazla üzüntü ve belki acıma duygusu var. Bu bence sorgulanması gereken bir durum. Gerçek dışı demiyorum, elbette ki çok üzücü ve çok zor koşullarda hayatlar yaşıyor orada kadınlar. Sadece kadınlar değil, çocuklar ve erkekler de. Olayın çok büyük bir boyutu ekonomik ve sosyal ve politik tabii. Fakat, her şeye rağmen bir şeyler yapmayı ve değişimi tercih eden, mücadeleyi, hele bir de sanatla ve espriyle mücadeleyi tercih eden bir de böyle insanlar var. Bunun etkisi çok yüksek, ben en azından bu kadınlar üzerindeki değişimini, etkisini görüyorum. Dolayısıyla alışkın olduğumuz, üzüleceğimiz ya da kurtarmaya alışkın olduğumuz kadınları görmeyeceksiniz bu filmde. Bu kadınlar kendi kararlarıyla ciddi bir mücadele veriyor. Kendi köyünde kendi hikâyeni kendi köylülerine oynamak çok cesaret isteyen bir iş. Bunu böyle kolayına da yapmıyorlar tabii ki. Ama bunun için mücadele ediyorlar, hayatta hiçbir şey mücadele etmeden mümkün değil. Mücadeleyle ulaşılamayacak yerler, durumlar da var biliyorum ama olabilecek şeyler de var. Buradan buna şaşırıyoruz. Şaşırmamak lazım. Evet, orada bir dağ köyündeki kadınlar da kendi köylerinde bir tiyatro kurup esprili bir dille gayet kendi dertlerini sakınmadan anlatma yolunu buluyorlar. Elbette sanat da burada bir araç. Tabii ki kendilerini ifade etmelerinin, özgüvenlerini kazanmalarının, iyi hissetmelerinin bir yolu olarak bunu keşfediyorlar. Bunu keşfederken de büyük bir çaba gösteriyorlar. Sonra ne oluyor? Mesela eşleri artık onlara destek olmaya başladılar. Şimdi de bu kadınlar başka kadınlara: “Bak ben de senin gibiyim. Ben de senin gibi inek sağdım, ben de senin gibi yevmiyeye gidiyorum ama bak bir şeyler de yapıyorum ve bir şeyler de oluyor.” diyorlar. Acıma duygusu yerine, birilerinin mücadeleyle bir şey yaptığını görebilmeye çok ihtiyacımız var. Bu filmi yapmamın temel sebebi de aslında bana verdiği bu umuttur. Çok karanlık bir zamanda bu kadar uzakta dağ bayırda bu kadınlar gidip 3000 metre yükseklikteki başka insanlara sanat yoluyla ulaşmaya çalışıyorsa işte umudu ben ancak orada arayabilirim. Bana verdiği bu umut sebebiyle her şeyi bırakıp yollara düştüm ve umarım bu film de herkese bu duyguyu verir. Yani acımak değil, yapılan güzellikleri ve ulaşılan şeyleri de görmek lazım bazen. O yüzden evet acıyacağınız karakterler yok, tam tersi çok takdir edeceğiniz kadınlar var bu filmde. Bu karakterlerin sayıca az olması gerçek olmadığı anlamına gelmiyor, bunun kurmacasını çekmezdim mesela. Çünkü bunu yapan gerçek insanlar var. Az mı? Az ya da çok ama var. Bunu görmezden gelemeyiz.