Muavin inen yolcunun bavulunu verip güm diye kapatıyor bagaj kapağını. Çocuk sıçrıyor ama uyanmıyor. Kadın onu ikili koltuğa yatırıp adamın peşinden gidiyor

Pembe süveter

ÖZGÜR MUTLU

Küçük kız çığlık çığlığa. O bağırıp çağırdıkça, ağladıkça, sağını solunu çekiştiren, boynundan pembe bir süveteri geçirmeye çalışan annesi kızı korkutuyor. Çay kahve servisi yapmaya çalışan iki genç muavini gösteriyor:

“Bak iğneci abiler geliyor, sana iğne yapacaklar.”

Olmadı, işe yaramadı. Muavinler polise dönüştü hemen.

“Susmazsan, polisler geliyor bak, seni polise veririm.”

Annesinin sinirli sesini duydukça çocuk daha da paralıyor kendisini. Tiz çığlıkları dünyanın her yerinden duyuluyor olmalı. İki sıra arkalarındayım. Bu yol böyle bitmez. Susacak ama, mutlaka susacak.

Şoför ikide bir dikiz aynasından delici bakışlarla arkadaki yolcu kitlesini süzüp sesin kaynağını arıyor gözleriyle.

Çocuğum doğduktan sonra otobüste, trende, uçakta sıkıntı yaşayan ana babalara karşı daha anlayışlı oldum. Başına gelmeyen bilemez o çaresizliği. Bir yandan kınayıcı bakışlar altında ezilmek… Gözlerim ne zaman anneyle kıza ilişse kendimi suçlu hissediyorum, onlara bu sıkıntıyı veren benmişim gibi. Bu kez durum ciddi, kız bir türlü susmuyor. Yolcular gitgide daha da sinirleniyor, oflamalar puflamalar, dönüp bakmalar, arka sıralardan duyulan çakıl taşı homurdanmalar…

Küçük kız çığlık attıkça beni de ateş basmaya başlıyor. Kim bilir etine dolgun, ablak suratlı anne ne haldedir. Ekşi ter kokusu duyuluyor belli belirsiz.

Kız sakız istiyor. Kadın şimdi verecek sakızı, susturacak. Susmuyor. Uzun süre sonra çığlık atmaktan yorulup öksürmeye başlıyor. Kucağına alıp hızlı hızlı pışpışlamaya başlıyor anne, kolları hep o aynı beşik. İçini çeke çeke biraz susar gibi oluyor. Ön sıralarında oturan adam arkasını dönüp koltuk arasından yarısı görünen yüzüyle bir şeyler söylüyor.

“Bir de seninle uğraşamam, çocuk yetiyor zaten,” diyor kadın hışımla. Dişlerini sıkıyor belki, görmüyorum. Adam hemen dönüyor önüne.

Kızın sesi kesiliyor. Uyudu. Herkes rahat bir nefes alıyor. Sohbetler tek tük, gazete hışırtıları, kısık radyodan gelen nağmeler. Şoför son bir bakış atıp dikizden, uzun marlborosunu ateşliyor uzun uzun.

Dışarıda bozkır, uzakta köy, köyde minare, gökte güneş, tül tül bulutlar. İki kızıl şahin çok yukarılarda, kanat çırpmaksızın dönüp duruyorlar. Onların kâmil dönüşü dışında her şey durgun, hareketsiz. Otobüsün uğultusu ninni gibi gelmeye başlıyor.

Anne kızını ikili koltuğa yatırmış. Çantasından biberon ve mama çıkarıp koridorun diğer yanındaki koltuğa geçiyor. Su koyuyor, mama ekliyor, şıkı şıkı çalkalıyor.

Mama henüz hazır olamadan ufak bir kasabanın otogarına girmek için yoldan sapıyoruz. Ritmini yitiriyor otobüs, bozuk satıhta sallanıyor. Otogarda hepimizi hoplatan son frenden önce muavin mikrofondan sesleniyor:

“Aracımız hareket halindedir, lütfen yerlerinizden ayrılmayınız. Aracımız hareket halindedir.”

Bu çalkantılı sesle uyanıyor kız ağlayarak. Yine. Başlıyor. Otobüsten inecekler toparlanıp koridordan geçerken anne bir yandan elindeki biberonu çalkalamayı sürdürüyor, bir yandan kızını kucağına alıp pışpışlamaya başlıyor. Haşin iyicene. Şoföre neden durdun da, muavine ne diye konuştun da çocuğu uyandırdın diyor bakışlarıyla, sitemli. Hepimiz öyleyiz, inmeyivereydi birkaç yolcu da, durmayıvereydi otobüs. Avutucu değil, tedirgin edici pışpışları dinliyoruz.

Ön koltuklarında oturan adam ayağa kalkıyor bu kez yüzünün tamamıyla. Ağır ağır önümüzden geçip açık kapıya doğru ilerliyor.

“Nereye gidiyorsun, otur,” diyor kadın.

Yaşlı adam kelimeleri geveliyor ağzında, anlaşılmaz.

Şoför bağırıyor önden, “Hemen kalkıyoruz amca, inmeyin.”

Çocuk bu sırada kendinden geçip uyuyor tekrar, belli ki çok yorgun. Adam bebek adımlarıyla ilerlemeye devam ediyor. Muavin inen yolcunun bavulunu verip güm diye kapatıyor bagaj kapağını. Çocuk sıçrıyor ama uyanmıyor. Kadın onu ikili koltuğa yatırıp adamın peşinden gidiyor.

“Ne yapıyorsun Allah aşkına, otobüs gidecek,” diyerek kolundan çekip geri döndürüyor onu.

“Otur diyorum, otur.” Arkasından itekliyor sumsuğuyla. Adam yanımdan geçerken burnuma kümes kokusu geliyor. Kuş ya da tavuk pisliğiyle örtülü bir karanlık kümes... Ufak adımlarla ilerliyor, kendi koltuğuna geçmek yerine kızın yattığı koltuklara oturmaya yelteniyor. Kadın bağırıyor.

“Ne yapıyorsun, kız yatıyor orada. Görmüyor musun? Üstüne mi oturacaksın?”

Adam koridora çıkıyor tekrar. Koltukta yatan kıza bakıyor, kadına dönüp, “Anne,” diyor. “Anne mama.” Kadının elindeki biberona uzatıyor elini.

Kadın elini kaçırırken koltuğa çarpıyor biberon, yere düşüyor. Düşmesiyle kapağın fırlayıp içindeki sulu bulamacın yere saçılması bir oluyor. Beyaz, şekilsiz, akışkan bir lekenin içindeyiz şimdi. Otobüs hareket ediyor aynı anda. Arkadan muavinin sunturlu küfrünü duyuyorum.

İçi boşalmış biberon yerde yuvarlanarak bana doğru geliyor.

Kız ağlıyor, “Anne,” diye bağırıyor.

Adam yüzünü buruşturup ağlamaklı bir ifade takınıyor, “Anne mama,” diyor.

Kadın derinliklerinden kopan bir of çekiyor. Bu of yıkılan bir duvar etkisi yaratıyor üzerimizde.

“Anneniz batsın,” diyor. “Gebersin anneniz.” Altında kalıyoruz.

Ben ayağımın ucuna kadar gelen biberonu yerden alıyorum. Kadın dönüyor, göz göze geliyoruz. Kız susuyor. Elimdeki biberona bakıp gülmeye başlıyor, pembe süveterini çekiştiriyor.

Muavin gelip, “Abi kalk oradan,” diyor, “Yeri paspaslayacağım.”

Yaşlı adam, “Anne,” diyor, “Mama.”

Kadın, “Batsın anneniz,” diye mırıldanıyor, gözlerini benden ayırmadan.

Muavin ıslak paspasıyla üzerimden geçip gidiyor. Şoför yine aynada.