Çorlu’daki tren kazası, diğer pek çok kaza ve felaket gibi zincirleme bir ihmalkârlıklar sonucunda oldu. Tam da sistemin değiştiği günlere denk geldi bu acı olay. Yeterince tepki verildi mi bu felakete? Sorumluların cezalandırılacağına dairbir inanç var mı? Benzer acıların yaşanmasının önüne geçilecek dersler alındı mı?

Ayhan Bozfırat’ın “Bütün Hikâyeleri” adlı kitabındaki “İstasyon” öyküsünü hatırlatmıştı bana bu facia. Yanlış bir istasyonda iniyordu öyküdeki adam. Trenden inip elindeki bavuluyla ilerlerken yol boyunca ağaçların arasından ceset taşıyanları fark ediyordu bir an. Sonradan öğrenecekti ki, bir tren kazası olmuş ve Tren İdaresi halkı ürkütmemek için cesetlerin geceleyin taşınmasına izin vermişti. Adam, kente varıp kalacağı pansiyondaki odasına yerleştiği zaman, pansiyoncu kadın, adamı pencereden dışarıya bakmaması için uyarmıştı: “Sen de kendi yaşantına sokmamaya bak gördüğün şeyleri. Unutmaya çalış. Hoşuna gitmez Tren İdaresi’nin. İyi olmaz. Tehlikelidir sonu.”

Gazetedeki haberi okurken, pansiyoncu kadının “Unutmaya çalış” sözleri çınlayıp duruyordu kulağımda. “Tehlikelidir sonu…” Ayhan Bozfırat, bu öyküyü 1970’te yazmış olmalı, kitabın ilk baskısı o zaman. Demek ki hiçbir şey değişmiyor. Öyküdeki adam, pansiyoncu kadına aldırmaksızın pencereden ceset taşıyanları izlemeye devam etmişti.

Pansiyoncu kadının “yaşantına sokmamaya bak gördüğün şeyleri” sözü, bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Psikoterapiye katkısı büyük olan felsefeci Paul Tillich’in “Olmak Cesareti” adlı kitabını okurken, “Dünya bir bütün olarak potansiyeldir, gerçek değildir” sözüyle pansiyoncu kadının sözleri arasında bir bağ kurmuştum. Tillich, diyordu ki, “Yalnızca başka insanlarla sürekli temas halinde insan, insan olur ve insan kalır.” Adam, pansiyoncu kadının dediğini yapıp pencereden bakmayı kesse, dışarıda ceset taşındığını görmezden gelse var olabilir miydi? Tehlikeli olan bakmak değil bakmamak, yaşamak değil yaşamamaktı. “Benlik, kendisini bir topluluğun, hareketin, hakikatin, varolma gücünün bir parçası olarak onaylar” diyordu Tillich. İnandığınız hakikatleri, tehlikeli diye düşünerek dile getiremediğinizde ne kadar varsınızdır artık? “Yalnızca bireysel benliklerimizi kaybetme değil, dünyamıza katılımımızı da kaybetme tehdidi altındayız” diyen Tillich, 1955’te bu uyarıyı yapmıştı. Bireysel benliğin kaybedilmesiyle totalitarizm arasındaki ilişkiye dair ne çok şey yazılıp çizildi. Varolma cesaretini gösterememe, dünyaya katılmayı ve gerçeklikle teması engelleyerek, toplumların geleceği için asıl tehlikeyi yaratıyordu.

Öyküdeki pansiyoncu kadın, adama, yerleştiği dairenin pencerelerine süslü perdeler almasını da öğütlüyordu: “Süslü kumaşlar var perdelik. Onlardan alırsın. Karın onu seyrederken perdeyi açmayı düşünmez. Kadınlar süslü şeyleri sever.”

Televizyon ve medya, günümüzde süslü kumaşlı perdelikler gibi, insanları yaşantılarına sokmak istemeyecekleri gerçeklerden koruyan. İzleyip de ne olacak ki, kazaları önleyebilecek miyiz diye düşünenler, seçimlerden sonra artmış olabilir. Sorun, önleyip önlememek değil, varolup olmamak… Varolma cesaretini gösterdikçe potansiyelden gerçekliğe geçilir, dünya değişir.

Tillich, aynı kitabında, varolma cesaretinin yanına “umutsuzluk cesareti”ni koyuyor: “Umutsuzluk cesareti, umutsuzluğunu üstlenme ve kendi olarak varolma cesaretiyle yokluğun köklü tehdidine direnme cesareti göstererek karşılık verir.” Umutsuzluktan kaçarak değil, umutsuzluğu kabul edip sahip çıkarak varolmanın önündeki engeller aşılabilir yalnızca. Öyküdeki adam, pencereden ceset taşıyıcıları umutsuzca izleyerek, yani orada olduğunu inkâr etmeyerek, gerçeği süslü perdelerin ardında gizlemeyerek Kafkaesk bir biçimde direniyordu varolmak için. Pencereden bakanlar çoğalmadıkça, ceset taşıyıcılığı da sona ermeyecek kazalarla birlikte.