Bülent Güldal Tacim Çiçek’in Bir Hayal Satıcısı isimli romanındaki masalcıyı dinlerken çocukluk yıllarıma gittim; televizyonun, telefonun ve diğer iletişim araçlarının olmadığı zaman/mekânları yeniden yaşadım. Çukurova’nın bir kasabasında geçen çocukluğumda, bütün sokaklar oyundu bize. Ceyhan ırmağının kıyılarını mesken tutup âlemi yeniden yaratırdık. Çocuksu dünyamızın içerisinde elle tutulur, gözle görülür her şey bize aitti. Gün devrilip akşam […]

Pencereleri hayatın bahçesine açılan masallar

Bülent Güldal

Tacim Çiçek’in Bir Hayal Satıcısı isimli romanındaki masalcıyı dinlerken çocukluk yıllarıma gittim; televizyonun, telefonun ve diğer iletişim araçlarının olmadığı zaman/mekânları yeniden yaşadım. Çukurova’nın bir kasabasında geçen çocukluğumda, bütün sokaklar oyundu bize. Ceyhan ırmağının kıyılarını mesken tutup âlemi yeniden yaratırdık. Çocuksu dünyamızın içerisinde elle tutulur, gözle görülür her şey bize aitti. Gün devrilip akşam olduğunda ev halkından bir büyüğün anlattığı masallar tek eğlencemizdi. Bu masallardan yola çıkarak geçmişi ve şimdiyi öğrenir, geleceğe dair yorumlar yapardık. Bir de, yaşadığım coğrafyadan haberler veren, kimi zaman ağlatan kimi zamansa güldüren-düşündüren Destancıları anımsıyorum; parşömen kâğıtlarına bastırdıkları yaşanmış öykülerden yola koyulan Destancılar Çukurova’da ayak basmadık yerleşim yeri bırakmazdı. Nerede kim öldürülmüş, kesilmiş, biçilmiş vb olayları bunların ağzından dinlerdik. Anlattıkları öyküler kimi zaman korku dolu olur ve uykularımızı kaçırırdı. Halkın ağzından günlerce düşmezdi. Canlı birer iletişim araçlarıydı Destancılar.

Bir Hayal Satıcısını okurken, roman kahramanını Tacim’e benzettim. Öyle ya, her yazar kendinden yola çıkarak anlatır gözüne ilişen gerçeği. Kendince ayrıştırır ya da bütünler olayları. Tacim de benim doğduğum, çocukluğumun geçtiği mekânlarda yaşamış ve o coğrafyanın havasını solumuş, suyunu içmiş, insanını tanımıştı. Kendisinden dinlediğime göre iyi bir masal anlatıcısı olan annesi, Tacim’in mayasında var olan, yazmak eylemini ilk kamçılayan kişi oluyor. Sonra Çukurova’nın o kendine özge yaşama biçimini kuşanıp hayal satıcılığına soyunuyor. Geçmişin destancısını, bir hayal satıcısı olarak görüyoruz günümüzde.

Bir kahvehanede, aksakallı bir ihtiyarın ocakçı tarafından fark edilmesiyle başlıyor roman. Üç beş kişinin oyalandığı mekâna ne zaman girip bir köşeye sessizce oturduğu sorgulanıyor. Bu bağlamda ihtiyarın ocakçıya verdiği yanıt, yaşadığımız zaman ve mekânlardaki yalnızlığımızı, tekilliğimizi biraz da bizleri tanımlıyor: “Beni görmemeniz çok normal. Baksaydınız görürdünüz. Görürdünüz bir gölgenin kapıdan süzüldüğünü. Heyhat, saydammışım gibi farkıma bile varmadınız. Çünkü hepiniz buraya girdiğim sırada kendi içinize yolculuk yapıyordunuz. Bu yolculuk süresince gözlerinizi dışarıdaki her şeye kapatmıştınız. Karanlık basınca çekilen pencereler gibi. Çoğunuz bana baktığınız halde, bedeniniz kahvehanede ruhlarınız da başka başka yerlerde olduğundan beni göremediniz. İşte olan biten bu…”

İhtiyarın hali tavrı kahvehanedekileri çok etkiler. Hele de onun bir masalcı olduğunu duyduklarında iyice şaşırırlar. Öyle ya, televizyonun, akıllı telefonun, bilgisayarın, videonun ömürlerimizi kuşatan bin bir çeşit iletişim aracının ortasında bir masalcı ile karşılaşmak ve onu dinlemeye razı olmayı bir düşünün… Oysa geçmişi şimdiye bağlayan, insanlığımız onaran, yeniden yapılanmamızı sağlayan, hayatla iç içe anlatılara her zamankinden fazla gereksinmemiz var.

Roman, Bir Sevda Masalı: Üvey Kız anlatısıyla başlıyor. Bu anlatı hiç ilgisi olmasa da bir yanıyla Kül Kedisi’ni çağrıştırdı bana. Üvey sözcüğünün tınısından olsa gerek ama masalın Kül Kedisi ile hiç ilgisi yok. Tacim, yani Bir Hayal Satıcısı iyi, güzel insanın kötü ile ilintisini dillendirmiş masal diliyle. Yüzlerce yıldır bilineni değişik bir anlatımla, değişik sahnelerle önümüze getirmiş. Belki de çoğunluğumuzun sorgulamadığı, ısırgandan gül olmayacağı gerçeğini, akıcı bir dille anlatmış. Genelde sonu mutlu biten masallardan biri de bu.

Doğaya aykırılığın sonu hüsrandır. Yaşamın her karesinde geçerlidir bu gerçek. Serçe ile Kırlangıç masalında da, doğadan yola koyularak anlatıyor Tacim. Aykırılığı barındıran her olayın, her edimin sonu kaostur. Kısa süreli mutlu anlar bile içlerinde dile getirilemeyen mutsuzlukları, huzursuzlukları içerir. Öyle bir an gelir ki tüm olumsuzluklar dışarıya taşar. Doğal akış aykırılıkları barındırmaz sinesinde.

Masalcı Çocuklar Ülkesinde, aslını yitiren yetişkinlere ikaz görevini çocuklar üstleniyor. Cep telefonlarının, televizyon dizilerinin esiri olan bireylere dönüp baktığımızda, insanın eksildiğini görüyoruz. Kafasını ekranlara gömüp etrafıyla, dünyayla ilişiğini kesen öylesine çok ki…

Tacim, bu masaldan yola koyularak önermelerde bulunurken, günümüzü de sorguluyor alttan alta.

Yazarlar Lokalinde isimli hikâyede, benimsediği bir yazarla görüşmeye giden bir delikanlının tanık olduklarını anlatıyor masalcı. Edebiyatın içerisinde olanların zaman zaman tanık olduğu olaylar, vurucu bir dille anlatılıyor.

Romanı oluşturan masalların hepsi güzel ama Kayıp Aşklar Kâşifini daha fazla sevdim. Masalla gerçeğin harmanlandığı yerde buldum kendimi. İnsanlığını unutup da kendini tanrı sanan “bir ülkenin kralı öğrenince halktan birinin güzeller güzeli kızına aşkını deliye dönmüş. Bu yüzden onu öldürtmek yerine toplamış kâhinlerini, hekimlerini ve de bilgelerini çevresine. Aşkı, sevdayı sadece iki insan arasındaki en derin duygu olarak gördüğünden ‘tez elden çıkarın’ demiş, halkımın aklından, fikrinden. Böylelikle kızını da çok sevdiği gençten uzaklaştırabilecekmiş kendince.”

Günümüzde böyleleri yok mu? Kendini Kaf Dağı’nda görenler yok mu?

Pencereleri hayatın bahçesine açılan masalların omurgasını, sonunu merak ediyorsanız kitabı edinin ve okuyun. Pişman olmayacaksınız. Çoğaldığınızı duyumsayacaksınız.