Oğullar üzerinde kimin daha çok hakkı ve tasarrufu vardır, annenin mi babanın mı? The Seventh Son/Yedinci Oğul tersine bir Ödipus okumasıyla bu sorunun etrafında dolaşıyor. Doğru düzgün bir cevap verebildiğini söylemek zor; çünkü sorudaki anne -can veren değil can alan sembolik anne- baştan kaybetmeye mahkûm bir varlık olarak kurulmuş: O bir Lilith, bir ejderha, bir şeytan, oğullarını yiyen bir canavar rahim. Baba ise bazen ayyaş, biraz sarsak ama hakikatin ve kanunların taşıyıcısı, bilge temsilcisi... Sonuç olarak Yedinci Oğul tipik bir anti-feminist Hollywood fantastik-aksiyon filmi olarak perdeye düşüyor.

Ama filmin Rus yönetmeni Sergei Bodrov’un önceki filmlerinde hiç böyle temalar yoktu; örneğin 2008’de dünyanın dört bir yanından 25 yönetmenin kısa öykülerinden oluşan Stories on Human Rights/İnsan Hakları Üzerine Hikâyeler adlı yapıma Bodrov The Voice adlı kısa filmle katılmıştı. Bir bebeği evlat edinmek için tüm bürokratik işlemleri halleden ama son anda ‘yeni Rusya’nın rüşvet duvarına toslayan genç karı-kocanın hikâyesini anlatırken yönetmen üç dakikada drama ile satiri birleştiriyor, Rusya’nın bugünü ve geleceği üzerine hüzünlü bir eleştiri sunuyordu.

Bodrov’un filmografisinde çok daha ilginç bir adım var: Kavkazskiy Plennik/Kafkas Mahkûmu (1996). Rus-Çeçen savaşı sırasında yaşanan bir rehine hikâyesinin anlatıldığı Kafkas Mahkûmu son derece dingin ve hümanist bir filmdi. Peki ‘Çeçen babanın direnişçi oğluna karşılık Rus annenin asker oğlu’ üzerine kurulu bu filmden ‘canavar-anne arketipine karşı baba-oğul ittifakı’nı anlatan Yedinci Oğul’a nasıl gelindi? Bodrov gibi bir sinematografik geçmişi olan, daha önemlisi filmlerinin senaryosunu da kendisi yazan bir yönetmen nasıl oldu da Hollywood için Yedinci Oğul gibi ortalamanın altında bir fantastik film yaptı?

Hollywood ‘kiralık yönetmen’ sistemiyle çalışır: Yapımcı filmleştirmeye uygun bulduğu hikâye için bütçeye, takvime ve gişeye en uygun biçimde çalışacağını düşündüğü yönetmeni seçer. Kendi istediği filmleri yapabilecek kadar güçlenen Spielberg gibi az sayıda ismin dışındaki herkes bu sistemin parçasıdır. Bu üretim biçimi Hollywood’un küresel gücüyle birleşince yönetmenlerin uyrukları önemini yitirir - Hollywood sayesinde kimi kalıcı kimi geçici onlarca ‘göçmen yönetmen’ ortaya çıktı.

Uyrukların/etnik kimliklerin önemsizleşmesinden iyi bir enternasyonalizm örneği çıkabilirdi, eğer küreselleşme denilen şey kürenin her yerinde eşit işleseydi... Ama küreselleşmenin ta en başından beri ‘Amerikanlaşma’ anlamına geldiği bu dünya düzeninde Rus Sineması’ndan gelen bir yönetmen kendi estetik anlayışını Hollywood’a taşıyamıyor, sadece Hollywood’u kendi içinde yeniden kuruyor.

Böylece Rusya Ana’nın oğlu Bodrov, anne-baba-oğul üçlüsünü anlatırken tam bir Hollywood maçosuna dönüşüyor; seyircilere, Rus ve dünya sinemasına, Rusya Ana’ya ve perdedeki anneye yaptığı haksızlığı fark etmiyor bile...