Utançtan önce bir mahcubiyet vardır. İnsanın kendi kendine duyduğu, kimselere sezdirmeden gidermeye koyulduğu. Elbette mahcup olan vardır ama oradan dönmeyip; yaptığı fenalığı, işlediği kötülüğü ya da onu maruz bıraktıkları ayıplı işleri önemsemeyip, kulak arkası edenler daha fazladır ve onlar zamanla birer utanç simgesi haline gelirler.

Pes Paye

Doğrusu pespaye. Fakat bir kimliği tanımlamak, bir karakteri anlatmak için, sözcüğü ikiye ayırarak kullanmam gerekti. Başka sözcük mü yoktu diyeceksiniz. Ben de dedim yazara, başka sözcük mü yok? Hayli kafa patlattım, gönül gezdirdim, sonunda bir kelime oyunuyla daha fazla bu işi uzatmayım istedim dedi o da bana.

Pir-i fani fakir-i pür taksir de dedim iki sıfatı buluşturup; pejmürde, perperişan, parmağı ballı, parmak sallayıcı, Aziz Nesin’den ve 1950’lerdeki solcu yazar ve aydınların anılarından pek de hayırla anılmayan Parmaksız Hamdi olabilir mi diye de düşündüm. Emniyet’in meşhur Sansaryan Hanı’nda onun ve ekibinin işkencesinden nasibini almayan kalmamış ki nasıl hayırla anılsın! Püsküllü belasından tut da, tamam tut da neye kadar, cümlenin gelişi olur da bazen böyle gidişi olmaz işte, ‘pirensip sayibi’ olmaya dek Peşkeşçi Başı, Palavradan Teyyare, Pir Komik-i Adem, Nazım Hikmet’in müthiş yergi şiiri “Bir Komik Adem”den esinle elbette, Hamdullah Suphi’yeymiş, malum başta Şair-i Azam Abdülhak Hamit Tarhan, sonra Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Peyami Safa olmak üzere önde gelen yazar ve şairlere gerek “Putları Yıkıyoruz!” girişiminde gerek şaire saldırılarının karşılığında, hem komik hem ironik hem de hak ettiği yanıtın kat kat karşılığını verdiği şiirlerden biridir. Sonra Peşrevsiz Zurna ki destursuz bağa dalmak anlamında, böyle yazdığım ki yazdıkça da aklıma geliyor daha, bir dolu karakter. Bizde genellikle olumlu bir anlamı vardır; ‘karakterli’ yani düzgün, doğru dürüst, güvenilir filan diye kullanılır ya, bunlarla nitelediğim aynı zamanda karaktersiz, sıfır ya da bozuk karakterler de.

Tabii pes deyince akla ilk ‘pes birader!’ geliyor ki bunun bir anlamı da ‘kes birader!’ demektir. Fakat ben pes deyince bir de Ece Ayhan’ın şiirini hatırlarım: “Pes ben de cumhuriyetçiyim!”. Memleketin ahvaline de bundan uygunu bulunamaz! Pes pembe diyecek halimiz yok ya!

Pespayeyi, pes paye biçiminde kullanmamın ilk nedeni, hiç kuşkusuz “paye” sözcüğünü biraz vurgulama, benim de ona bir “paye” verme isteğim. “Pes” diyerek “paye” verildiğini de ilk senden duyuyoruz derseniz, eh ben de size “Muz cumhuriyetini hiç duydunuz mu?” derim. Olsa da yesek dediğinizi duyar gibiyim ama size sıra gelir mi bilmem! Muz cumhuriyetleri ne içindir zaten? Yemek için! “Ay ne tatlı şey, ben bu cumhuriyeti yerim yerim!” şirinlikleri içinde ham edenleri mi ararsın, yok birden aklıma geldi ama ufacık tefecik muz bu, hiç ‘deveyi hamuduyla götürenler’den söz eder miyim, ‘yok deve!’ dedirtir miyim, kimi muzla uğraşırken kimi de...

Herif, hangi akıl, hangi anlayış ve nasıl bir mideyle, apronda deve kestirmişti yahu, daha dün gibi, demiştir ki bu çölde ne versen yerler, eh yalan da değil hani! Oradan buradan, aklınıza ne düşüyorsa, kalemin ucuna ne geliyorsa yazıyorsun deyin, ben de size haklısınız diyeyim. Tam da konumuz da karakterimiz de rol modeli dedikleri tip de bu!

Pespaye, pes paye, pes ve paye, pes ile paye... Hepsine paye veriliyor, payesiz yok! Hiç bulamazlarsa karagözlü diyorlar, zülüflü diyorlar, perçem de var, utanmadan Neşet’imizi de alet ediyorlar ya söyledikleri kardeşlik mavalına, “dane dane benleri var” da derler, “yüzünden nur” akan, “ağzından bal” damlayanı mı ararsın, “kalbi temiz”, “ruhu aziz” olanı mı? “Sütten çıkmış ak kaşık”lar!

Pes, ne payeler var! Daha icat edilmemiş, akla gelmemiş, verilecek payeler, korkak, cahil, zavallı payeler hepsi de, ama verildikten sonra, payelenenleri sözüm ona yürekli, cesur, kahraman, yiğit, dirençli, ‘aslan yürekli riçırd’, şerbetli filan kılan payeler ve sırtlarını güce, erke dayamış, yaslanık payendalar!

Sabahattin Ali’nin en sevdiğim öykülerinden biridir “Hanende Melek”, yıllar önce TRT’nin başındaki T yani Türkiyenin, herkesi temsil ettiği yıllarda, Metin Erksan’ın çektiği tv filmi olarak da gösterilmişti, siyah beyaz müthiş bir filmdi, yazarı da öyle çekeni de elbette. Nereden aklıma geldi acaba? Kasabaya gelen kumpanyanın kadın şarkıcısına aşık olan memur, varını yoğunu vermek ister, yoğu vardır da, varı yoktur, en son karısının bileziğini verir kadına, fakat şarkıcı oralı olmaz. Ve memurun çaresiz eşine geri verir. Yazının sonuna kadar, niye bunu yazdığımı hatırlamayı umuyorum. Hatırlayamazsam da, vardır elbet bir sebebi diyerek, size bırakıyorum niyesini!

Reklam yazarlığından emekli olduktan sonra bir-iki yıl kadar da reklam yazarlığı derslerine girdim üniversitelerde, sonra da tövbe ettim. O gün bugün damlasını, yok yok, bir saniyesini göresim yok reklamların! Şimdi de öyledir ya, 1990’larda reklam ajanslarında her çalışan bir unvan sahibiydi. Bildiğimiz, düz anlamda metin yazarı ya da reklam yazarı yoktu, grup başkanı, yaratıcı ekip başı, yaratıcı yönetmen, usta yazar, diğer bölümlerde de buna benzer unvanlar veriliyordu herhalde. Kendimizi iş ve ondan önce hiyerarşiyle tanımladığımız için olmalı, nerdeyse “paranın ne önemi var/mühim olan unvan!” şarkısının söylendiği zamanlardı! (Benim de bir unvanım vardı o zamanlar, söylemesi ayıp, yaratıcı yönetmendim, yaratıcı grupta şöyle bir şey dediğimi hatırlıyorum: Şef çok, Kızılderili yok! Söz bana ait değil, fakat duruma çok uygundu!)

Derdin bu olsun diyebilirsiniz de keşke bu olsaydı, değil! Türkçenin güzel buluşları var elbette, biri de arpalık! Bir de pek hoş bir anonim türkü vardır, “Hasandağı arpalıktır eğer saban yürürse/bu gidiş iyi gidiş eğer sonu gelirse’ diyedir söylenegelir. Saban yürümese de ne gam, saman altından su yürütülür, arpalığa yine varılır. Orada payeler de unvanlar da ganimet de bölüşülür.

Payesiz yaşanmıyor...mu? Jestsiz yaşanmıyor tamam da, payesiz? Belki de jesti olmayanların daha çok ihtiyacı var payeye! Payeler hem çeşitlendi hem renklendi hem de zenginleşti, ki bunu iki anlamda da söylüyorum, ‘bal tutan parmağını...’, payelenen unvanını... kullanarak, ‘yürü kim tutar seni!’ şakşakları ve şakşakçıları arasında kendini daha zengin hisseder, öyle de olur!

‘Gözümüz yok, Tanrı daha çok versin...’ diyeceğimi mi sanıyorsunuz, yanılıyorsunuz! Muz cumhuriyetinde ‘eyi muz eyi!’ deyip cumhuriyeti yiyorlar, arpalık cumhuriyetinde de Tanrı ne verdiyse değil, kul ne verdiyse! Benim kişisel olarak gözümün olup olmaması değil, önemli olan, kamunun gözü. Eh ‘gözünüze, dizinize dursun!’ sözünü de ben icat etmedim!

Pes diyeceğimiz paye çok elbette, bunlarla sınırlı değil, ama yazdıkça da insanın pes diyesi geliyor! Bu payeler içinde en pes diyeceğimiz şeyse, ahlak, terbiye, görgü adı verilen ve herkeste meşrebine mezhebine göre az da olsa bulunması gerekşart olan şeylerin ortadan kaybolması! Biliyorum pek iyimserce, biliyorum hiçbir kitap yazmıyor ama, insan bir düşünmez mi, yahu bunca paye, mevki, para niye, yani ben ne suç işledim, ne kötülük yaptım ki bunca mevkiyi, parayı pulu başımdan yağdırıyorsunuz, yani ben bunu hak edecek ne yaptım diye bir sormaz mı? İşte asıl pes ve paye de bu!

Utançtan önce bir mahcubiyet vardır. İnsanın kendi kendine duyduğu, kimselere sezdirmeden gidermeye koyulduğu. Elbette mahcup olan vardır ama oradan dönmeyip; yaptığı fenalığı, işlediği kötülüğü ya da onu maruz bıraktıkları ayıplı işleri önemsemeyip, kulak arkası edenler daha fazladır ve onlar zamanla birer utanç simgesi haline gelirler.

Eskiden de vardı ama daha azdı, demek ki uzatılmış her şey gibi; hayat, ilişki, erk, düşmanlık ve elde tutma arzusu da uzatılınca; ayar kalmadı, tadı kaçtı, payeyi alan turnayı gözünden vurmuş saydı kendini. Sayıyor, saydırıyor ve tıkır tıkır sayılıyor! Saygınlık söz konusu değilse; saymak, sayılmak ne ki? Ben de diyorum, ne ki? Pes bu kadar paye merakına, pes pespayeliğin bu denlisine! Pes!