(It Follows/Peşimdeki Şeytan filmi hakkında ‘spoiler’ içermektedir.)

Merakla beklenen It Follows/Peşimdeki Şeytan nihayet gösterime giriyor. Bu merakın oluşmasında filmi aylar öncesinden kült statüsüne yükselten yazarlar kadar (bkz. Alkan Avcıoğlu, BirGün, 16 Ocak/27 Mart 2015) bizim ‘korkma isteği’mizin de payı var tabii.

Korku kimi zaman iyi bir şeydir; en içgüdüsel haliyle ceylanın aslandan kaçıp kurtulabilmesini, insanın gereksiz tehlikelerden uzak durmasını sağlar. Anlatı düzeyinde korku filmleriniyse bize izleyici olmanın verdiği rahatlıkla dopamin salgılattığı için severiz: Perdedeki karakterlerle özdeşleşip korkularını paylaşır, bazen kendimizi “Hayır, o kapıyı açma!” derken buluruz. Ama özdeşleşme ne kadar güçlü olursa olsun bunun sadece bir film olduğunu hiçbir zaman tümüyle unutmayız. İşin keyfi de buradadır: Bir korku filmi izlemek bize hem güvende olduğumuzu -en azından özdeşleştiğimiz karakterlerden daha iyi bir durumda olduğumuzu- anımsatır, hem de birikmiş kaygılarımızı bir hedefe yönelterek boşaltmamızı sağlar. Bu yüzden korku filmi yeri geldiğinde bir tür sağaltım aracı bile olabilir. Ama tüm bu sürecin tamamlanabilmesi için korku filmine girmek ve çıkmak, başlamak ve bitirmek, mimesis (özdeşleşme) ve katharsis (arınma) süreçlerini tamamlamak gerekir. It Follows işte bu kriter ve değerlendirmelere pek uymayan bir film; izleyicinin rahatlamasına izin vermiyor, katharsisi olabildiğince imkânsız kılmaya çalışıyor, hatta başlangıcıyla bitişi birbirini tamamlamıyor bile!

Filmin en ilginç, en iyi ve en kötü yanı aynı özelliğinde ortaya çıkıyor; It Follows cinsel ilişki yoluyla insandan insana geçen bir dehşet durumunu anlatırken gündelik hayatın olabilecek her detayını bir kaygı nesnesine dönüştürüyor: Oturduğunuz güzel semtteki evlerin her biri bir korku mekânı, yanından geçtiğiniz araçların hepsi birer tehdit kaynağı, sokaktaki bisikletli çocuğa dikkat edin, arkası görünmeyen camların tümü dehşetli bir şeyleri gizliyor ve tüm kaygıların kaynağında aslında kendi eviniz var. Dosdoğru üstünüze gelen hortlakların kaynağını merak ediyorsanız filmin saçma sapan Türkçe ismine değil -çünkü olan bitenin şeytanlarla hiç ilgisi yok- evinizdeki fotoğraflara bakın!

Bahçeli garajlı evleriyle pırıl pırıl Amerikan banliyösünün üstündeki cilanın kazınması güzel tabii, böylece ölü bir ülkenin ürkütücü panoramasıyla karşılaşıyoruz -zombi anlatılarının yüzde 99’unun ABD’de üretilmesi de tesadüf değil. Ama hikâyesini izlediğimiz gençlerin bu korkunç olayları yaşamasının bir tek nedeni var: Var olmaları…

Böyle yaşanır mı? Varoluşun köklerine sızan böyle bir korkuyla, asla! It Follows’un kötü yanı da bu işte; temelini Schopenhauer ve Kirkegaard’ın attığı yoğun bir umutsuzluk ve karamsarlığı yeniden üreten, neredeyse “Hayat cinsellik yoluyla bulaşan ölümcül bir hastalıktır” demeye getirecek kadar karanlık bir film bu -kültleşirse de özellikle bu nedenle kültleşecektir.

Ama neyse ki ‘bu anlamsız varoluşu kendi edimlerimizle anlamlı kılabilme gücü’ne (Albert Camus) sahip bir yaşam formuyuz.

Tek yapmamız gereken kendimizi bir korku anlatısına sıkıştırmamak… Çünkü finalinde katharsis olsun olmasın fark etmez, an gelir tüm korku filmleri biter, karanlık salondan sokağın aydınlığına çıkarız.