Yüzde on barajı; yetmedi, hazine yardımına da yine baraj engeli; en pespayecesi ise, bağımsız adaylık harcının tam on yedi misli...

Yüzde on barajı; yetmedi, hazine yardımına da yine baraj engeli; en pespayecesi ise, bağımsız adaylık harcının tam on yedi misli (dört yüz elli milyondan sekiz milyara) arttırılması, hem de tam seçim arifesinde: Her şey demokratik siyasetin, ama özellikle de DTP/BDP siyasetinin önünü kesmek için.

Bütün bu engellere rağmen siyasete devam edenlerin, ama sadece bunlar değil yazan, çizen, konuşanların, hatta sadece ortalıkta görünenlerin başına gelenler ise ortada: Kitlesel tutuklamalar; on binden fazla insan, yüzlercesi milletvekili, belediye başkanı ve diğer seçilmişler olmak üzere. İçeri atılmayanlara da her gün dışlama, hakaret, tehdit, tekme, yumruk, cop, biber gazı, gaz bombası, tazyikli su vb…

Sivil siyaset bu şekilde boğulmaya çalışılırken PKK’yla müzakere masasına oturulması: Barışa götürmesi kesinlikle mümkün olmayan bir yol; ama, zaten iktidarın da böyle bir hedefi yok. Tek hedef, sivil siyaseti kendi dışındaki bütün aktörlerden temizlemek: Açılım soytarılığı da, KCK tutuklamaları da 2009 yerel seçimlerinde AKP Kürt illerinde umduğunu bulamazken DTP’nin doksan dokuz belediyeyi kazanmasının ardından başlatılmıştır ve bazı gafiller, Haburu’yla Oslo’suyla ‘açılım’ın AKP’in barış yolunda attığı cesurane bir adım olduğunu hâlâ savunabilmektedirler. Ancak, gerek ahlak, gerekse zekâ seviyesi açısından bana en tiksinç gelen, sivil siyaset mevcut iktidar tarafından bu denli boğulup, silahlı siyaset ise devletin doğrudan muhatabı olarak alınırken Kürt siyasetini tek sesli ve silahlıların gölgesinde kalmakla suçlayanların ve bundan PKK’yı sorumlu tutanların, eğer iki yüzlülük değilse mutlak beyinsizlikleridir.

Bugün bu kadar kan dökülüyorsa bunun baş sorumlusu, mevcut iktidardır. Devletlerin muhatabı yine devletler olur; devletle aynı masaya oturmuş bir örgüt, devletin toprağı ve halkından ya da hükümranlığından bir pay almadıkça o masadan anlaşmayla kalkmayacaktır; aksi takdirde içinden çıkıp kendisinden destek aldığı toplumsal grubun örgütü, yani o grubu kuşatır ve yönlendirir olmaktan çıkacak, kısacası tabanına hakim olamayacaktır. Muhatap alınmasını elindeki silaha borçlu olduğuna göre, masadan anlaşmadan kalktığında yapacağı ise, silaha eskisinden de daha fazla sarılmak olacaktır.

İktidarın bu süreçteki en büyük günahı, vatandaş kavramını fiilen yürürlükten kaldırıp kendi halkını Türk ve Kürt diye iki farklı ve karşıt taraf olarak kabûl etmesidir: Bir yandan, cumhuriyet zımnen inkar –zira, cumhuriyetin hukuksal molekülü, vatandaştır- edilmekte, diğer yandan da, PKK bütün Kürtlerin tek temsilcisi konumuna yerleştirilmekle devletle örgüt arasındaki mücadele, etnik temelli bir iç-savaşa doğru yönlendirilmiş olmaktadır.

Ama, ne gam: Başbakanın cumhuriyet değerleri –özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve her üçünün de hukuksal temeli olarak laiklik- gibi bir derdi olmadığı gibi, kendi tek adam diktatörlüğünü tesis etme konusundaki stratejik tercihi de sayıca çok olanı az olana karşı kışkırtarak insanları sürekli linç tehdidi altında tutup sindirmektir.

Uludere katliamından, düşürülen F-4’e, ardı ardına gelen helikopter ‘kaza’larından, asker-polis katliamlarına, kaçırılıp da peşine düşülmeyen milletvekili, siyasetçi, kaymakam, asker, polis ve sivillerden, sivil yolcular arasına karıştırılarak gizlice nakledilen askerlerine, işin içine silah girdi miydi hiçbir şeye hakim olamayıp her şeyi karanlıklaştırırken, karşısında silahsız insan buldu muydu gaddarlığın doruklarında dolaşmayı marifet bilen bu iktidarla gidilebilecek yolun sonuna gelinmiştir: Bundan sonrası, ancak daha fazla kan, daha fazla ölümdür. Şöyle de söyleyebiliriz: Leyla Zana’sından, böbrek nakli oldu diye emeklilik hakkı elinden alınan memuruna, herkes her türden probleminin çözümünü aynı ve tek bir kişiden bekler hâle geldiyse, bu, o kişinin problem çözme gücünü değil, tam tersine, her türlü çözümün önündeki en büyük engel hâline geldiğini gösterir.