Bu soru böyle sorulmadı tabii. ABD’ye yerleşmiş Sovyet sanatçılar Vitaly Komar ve Alexander Melamid 1993’te National Institute’ten aldıkları ödenekle dünya çapında bir kamuoyu araştırması gerçekleştirdiler. Anketler ve toplantılar aracılığıyla, insanlara neyin resmini görmek istedikleri, iç mekân mı yoksa manzara mı tercih ettikleri, ne tür hayvanlardan hoşlandıkları, en sevdikleri renkler, hangi insanların resmedilmelerini istedikleri gibi sorular yöneltildi. Yaklaşık iki milyar insanı kapsayan bu araştırmadan çıkan sonuçlara göre her ülke için en çok istenen ve en az istenen tablolar resmettiler. Bu tablolar her ulus için en sevilen renkler, şekiller ve konuların kullanıldığı pastişlerdi. Toplumsal kimliği oluşturan, uygarlaşma sürecinde zihinsel peyzaja eklenen kültürel öğeleri, ya da doğayı tüketirken manzaraya katılan ulusal sosları tablolardan çıkardığınızda geriye hepsinde ortak öğelerden oluşan temel bir görüntü kalıyor: Ağaçlar, açık alanlar, su, insanlar ve hayvanların olduğu bir manzara (Denis Dutton, Sanat İçgüdüsü, Ayrıntı).

Doğanın kendi başına bir hikâyesi yoktur. Rönesans insanı Alberti’ye göre, çizgisel perspektifle tasarlanmış dengeli bir kompozisyon olarak resmin aynı zamanda mutlaka bir ‘istoria’sı, yani hikâyesi olmalı. Doğa, çerçevenin içine ancak hikâyenin dekoru olarak girebiliyor; insan faaliyetin sergilendiği bir sahne olarak. Ve İncil’deki İsa, havariler, aziz ve azizeler gibi ana ve yardımcı karakterlerin anlatıldığı hikâyelerin sembolik değerine bağlı olarak doğa anlam kazandı. Rönesans sanatçılarının Antik Yunan’ın yıkıntıları arasında pagan heykellerle karşılaşmaları, mitolojiye yönelik ilgiyi de arttırmıştı. Venedikli ressamlar, Knidoslu Afrodit imgesini, ya da Romalıların verdiği isimle Venüs’ü resimlerinin ‘istoria’sı yaptıklarında yeni bir Venüs imgesi icat ettiler: Bir manzaranın içinde sırt üstü uzanmış, çıplak ve baştan çıkarıcı bir kadın. Manzaraya Venüs’ün girmesiyle birlikte doğanın da anlamı değişti. Geçen hafta yazımda vurguladığım gibi, doğa, modern manzara resminde tek başına tuvali kaplasa
da, baktığımızda, o uysal, baştan çıkarıcı, davetkâr Venüs’ü görüyoruz hâlâ. Doğa; edilgin, hazlarımızı yaşayacağımız baştan çıkarıcı bir kadın, fethedilecek bir manzara olarak sere serpe uzanıyor.

Fellini’nin 1973 tarihli Amarcord filminden bir sahne. Aile, akıl hastası amcaları Teo’yla birlikte kentin dışındaki çiftlik evine gider. Teo Amca birden ortadan kaybolur ve bir ağacın tepesine çıkıp “Kadın istiyorum!” diye bağırmaya başlar. Manzara, insansıların primat soyundan ayrıldığı ve erken insan evriminin gerçekleştiği Doğu Afrika savanalarını andırır: seyrek ağaçlar, kısa otlarla kaplı geniş açık alan; ufkun görülebileceği açıklık. Yazının başında söz ettiğim Sovyet sanatçıların anketi sonucu ortaya çıkan manzaranın aynısı. Uygarlaşma sürecinde katmanlarla kat kat örtülmüş manzara fikrini kazıdığınızda altından Savana manzarası çıkıyor. Savana Hipotezi olarak adlandırılan görüşe göre insan, insanlaşma sürecinin bir kısmını geçirdiği bu ortamı, belleğinin derinliklerinde gömülü olsa da unutmamıştır, hatırlar.

Seyrek ağaçlarla kaplı açık alan, avcı-toplayıcıların hayatta kalmaları için gerekiyordu. Ağaca tırmandıklarında hem yırtıcı hayvanlardan korunuyor hem de yerlerini, içinde bulundukları coğrafi bağlamla ilişkilendirebiliyorlardı. Oysa bizler, yerden tamamen soyutlanmış, coğrafya ile bağlantısı kesilmiş ortamlarda yaşadığımızdan beri, dışarıda uzanan doğaya baktığımızda, fethedilecek, boyun eğdirilecek, tüketilecek bir kaynak deposu görüyoruz sadece ve hep istiyoruz. Teo Amca’nın isteği, doğaya yöneltilmiş eril bakışın da arzusudur. Ve siyasal iktidarın istediği, kendi ‘istoria’sına göre biçimlendirdiği ve anlamlandırdığı toplumsal bir peyzaj, pastoral bir tablo yaratmak. Ama olmuyor. Tıpkı doğa gibi, hikâyesi olmayanlar; işçiler, kadınlar, eşcinseller, sömürülenler, ezilenler, velhâsıl ötekiler; kendi hikâyelerini/ tarihlerini yazmaya kalkıştıklarında peyzaj bozuluyor. Bugün 1 MAYIS! Peyzajı bozulan iktidar açısından talihsiz, bizim açımızdan tarihli bir gün. Asla unutulmuyor.