Phantom Thread’in öyküsünün, Güzel ve Canavar masalının bir versiyonu olduğu söylenebilir. Akla Pygmalion efsanesi de geliyor ama Güzel ve Çirkin, Phantom Thread’e daha çok uyuyor

Phantom Thread

Son yılların en popüler masalı bana öyle geliyor ki ‘Güzel ve Canavar.’ Masal Türkçeleştirilirken bizde nedense canavar yerine çirkin sözcüğü seçilmiş. Oysa güzel kızın, ‘büyüsünü’ bozup, insanlaştırdığı yaratık, çirkin bir adam değildir.

Çirkinden öte bir şeydir, acımasız, yarı aslan yarı insan bir varlıktır. Lanetlenmiştir ve bu laneti ancak bir kadının gerçek aşkı, sevgisi bozabilir. Hasta çocuğuna bakan bir annenin sevgisi gibi. Masalda, Güzel zamanında Canavar’ın yanına gitmeyerek onun hastalanmasına neden olur. Ama Güzel, son anda yetişir, hasta çocuğuna bakan bir anne gibi gözyaşı döker ve Canavar’ı kurtarır. Canavarı lanetleyen büyü bozulur ve bir prense dönüşür. Onlar erer muratlarına biz çıkarız kerevetine.

Buna benzer bir hikâyeyi ‘Grinin Elli Tonu’ anlattıydı bize. Canavar zengin bir işadamıydı bu kez. Suyun Sesi’nde ise, hayvan ya da canavar insanlaşmıyordu, insan hayvanlaşıyordu ve sevgililer yine muratlarına eriyordu.
Bir de tabii başrolünde Emma Watson’ın oynadığı, doğrudan masalın bir uyarlaması olan Güzel ve Çirkin var. Bunların hepsi son birkaç yılın ürünü.

Bundan sonra yazacaklarım spoiler olabilir, uyarıyorum.

Phantom Thread’in öyküsünün de, Güzel ve Canavar masalının bir versiyonu olduğu söylenebilir. Akla Pygmalion efsanesi de geliyor ama Güzel ve Çirkin, Phantom Thread’e daha çok uyuyor. Phantom Thread’in ‘Güzel’ine de, ‘Canavar’ı hazırladığı ‘iksirle’ önce hasta edip, sonra aşkıyla/sevgisiyle iyileştirmek düşüyor.

1950’ler Londra’sındayız. Reynolds Woodcock (Daniel Day-Lewis), asillerin terzisi olarak bir kadın ordusu çalıştırıyor yanında. Kontesler gidiyor, baronesler geliyor Woodcock’ın ‘ev’ine. Henüz yüksek moda bugünkü gibi sanayileşmemiş, el işi hâlâ işin temelini oluşturuyor. Woodcock’ın baş yardımcısı kızkardeşi Cyril (Lesley Manville). Filmin başlarında Reynolds kardeşine hep benim “falancam” (my so-and-so) diye hitap ediyor nedense, sonra adıyla hitap etmeye başlıyor. Evde, bir ara özel bir yeri olduğunu anladığımız ama artık Reynolds’un hiçbir şekilde radarına girmeyen Johanna adlı, genç ve güzel bir kadın daha var. Johanna’nın, Reynolds’ın sürekli değişen gözdelerinden biri olduğunu anlıyoruz. Ve artık Johanna’yı da göndermenin zamanı gelmiş. Cyril, kızı gönderirken, Reynolds da kafa dinlemeye taşrada bir otele gidiyor. Burada, sarsakça içeri girişiyle dikkatini çeken garson kız Alma (Vicky Krieps) dikkatini çekiyor Reynolds’ın. Ve flört başlıyor ikili arasında. Alma’nın yabancı, muhtemelen Alman aksanı dışında bir özelliğini bilmiyoruz. Bir de annesinin öldüğünü. Alma muhtemelen İkinci Dünya Savaşı’nda yakınlarını kaybetmiş, ardından İngiltere’ye göç etmiş yoksul ve yalnız bir kadın. Ama Alma, hiç ezik, hiç güçsüz bir kadın değil. Reynolds, birkaç kişiyi doyuracak kadar çok şey sipariş ettiğinde, ona “aç çocuk” diye hitap edebilecek kadar cesur daha en baştan. Oysa ki aralarında hem yaş, hem statü, hem de sınıf farkı var. Alma kolay lokma değil. Reynolds’a ilk söylediği sözlerden biri “bana karşı hep dikkatli ol” şeklindeki bir uyarı. Alma, Johanna gibi kullanılıp atılacak geçici gözdelerden biri olmadığını en baştan gösteriyor. Alma, Reynolds’ın kendine çok güvenli görünümünün altındaki zayıflığı, o ‘persona’nın ardında saklanan küçük çocuğu daha ilk anda görüyor. Alma, nasıl bu kadar güçlü olabilmiş? Belki zamanın koşulları ona başka çare bırakmadığından... Herkesi, memleketini kaybeden ve yine de ayakta durabilmek için güçlü olmak zorunda olan bir mülteci o, muhtemelen. Oyuncu Vicky Krieps, Alma’yı böyle tasarlamış; senaryoda olmayanları hayal etmiş.
phantom-thread-437927-1.
Birlikte geçirdikleri ilk gecede Reynolds, Alma’yı onla seks yapmak için değil, yeniden giydirmek için soyuyor. Onun nasıl bir canlı model olacağını anlamaya çalışıyor, kırıcı olmayı hiç umursamadan. “Memelerin yokmuş”, diyebiliyor Alma’yı utandırarak. Oysa Alma’nın küçük memeleri, Reynolds’a daha geniş olanaklar tanıyor, dikeceği elbiselerde. Onları büyük göstermek mesele değil, ama büyük olanı küçültmek daha zor.

Reynolds’ın hayatında iki önemli kadın var. Birisi annesi, daha doğrusu onun hayaleti. Çoktan ölmüş annesinin yukardan kendisini gözlediğini ve koruyup, kolladığını düşünüyor Reynolds. Onun saçını ve resmini ceketinin astarına dikmiş, kalbinin üstünde taşıyor her an. Bir tür Psycho da diyebiliriz Reynolds’a. Annesinden kopamamış bir çocuk o. Diğer önemli kadın ise kardeşi Cyril. Ne Cyril ne de Reynolds hiç evlenmemişler. Reynolds annesini, Cyril ise Reynolds’ı hiç aldatmamış bu anlamda. Diğer herkes geçici. Ama Alma’nın geçmeye niyeti yok. Kalabilmek için ise Reynolds’ın annesiyle rekabet edebilmesi gerektiğini erkenden fark ediyor. Reynolds’ın, sevmeye ve sevilmeye açık olduğu tek anın, gardının hastalık ya da yorgunluk nedeniyle düştüğü anlar olduğunu fark ediyor Alma. Reynolds’ın özenle sakladığı ana kuzusu o anlarda sahne alıyor. Alma da stratejisini, o çocuğun muhtaç olduğu anne rolünü oynayarak doldurabileceğini görüyor. Reynolds’ı başka kadınlarla gerçek bir yakınlaşmadan alıkoyan lanetin, annesinin hayaleti olduğunu fark ediyor ve hayaleti kendi vücudunda ete kemiğe büründürerek yeniyor. Lanetin büyüsünü bozuyor. Bütün bu yazdıklarım çok mekanik ya da çok Freudyen görülebilir. Yönetmen P.T. Anderson ile Lewis ve Krieps bu iktidar mücadelesi gibi görünen şeyi insanileştirebiliyorlar; sevmeye ve sevilmeye, korunup, kollanmaya ihtiyacı olan iki insanın bunu yapabilecekleri tek davranış biçimini bulmalarının, birlikte yaşamayı başarmalarının hikâyesi haline getiriyorlar. Yani herşeye rağmen romantik bir film Phantom Thread.

Filmin adı ‘hayalet iplik’ gibi bir anlama geliyor. Bu Reynolds’ın içinde sırlar sakladığı kumaşla astarı arasındaki görünmeyen dikişleri işaret ediyor olabilir. ‘Hayalet izlek’ gibi bir çeviri de mümkün. Bu da Reynolds’ın annesinin hayaletinden Alma’ya uzanan izleğe işaret ediyor olabilir. Ya da görünen Reynolds ile asıl Reynolds arasındaki farka işaret edebilir. Görünen mi hayalet, saklanan mı? Bonnie Prince Billy ‘Wolf among Wolves’ adlı şarkısında “She loves a soul/ That i’ve never been/ A dog among dogs/ A man among men/ And every day/ When i come home to her/ She holds a phantom/ She kisses and she hugs him/ And I am not/ Averse to how she loves him/ Why must I live and walk unloved as what I am” diyor. Kısaca: “O, hayalinde yarattığı bir hayaleti seviyor. Onun öpüp kokladığı kişi ben değilim. Ben itin tekiyim ve neysem o olarak sevilmek istiyorum” diyor şarkıcı/oyuncu Bonnie Prince Billy yani Will Oldham. Tesadüf Oldham, son olarak bir ‘Bir Hayalet Hikâyesi’ adlı filmde oynadı.

Alma ise ‘it görünümlü hayaletin’ arkasındaki insanı görüyor ve onu seviyor. Hayalet belki de böyle bir anlama geliyor. Film, Anderson’ın kariyerindeki sert ve acımasız erkekleri anlattığı ‘Kan Dökülecek’ ve ‘The Master’la akraba ama onlardan çok daha yumuşak bir film. Daniel Day-Lewis’in son filmi, Vicky Krieps’in ise ilk ‘büyük’ filmi. Krieps’i 2014’te Montreal Film Festivali’nde ‘Das Zimmermaedchen Lynn’ (Oda Hizmetçisi Lynn) filmiyle ödüllendiren jürinin başkanıydım. Anderson, bu filmi seyrettikten sonra Krieps’i oynatmaya karar vermiş. Saçma ama ben de kendime pay biçiyorum, bir yeteneği önceden görebilmiş olmakla. Ben filmi sevdim, umarım siz de seversiniz.