Kabak tadı veren bir yılı, kabak tadı veren olaylarıyla birlikte geride bırakıyoruz nokta. Böyle bir

Kabak tadı veren bir yılı, kabak tadı veren olaylarıyla birlikte geride bırakıyoruz nokta.
Böyle bir cümle ile yazıya girip noktayı koyar koymaz yanımdaki sehpaya üzeri kaymak ve ceviz kırıntılarıyla bezenmiş bir tabak kabak tatlısı gelmez mi?
Kış mevsimine özgü tatlılardandır, kabak tatlısı...  Ehil elden çıkmış,  koyu turuncu kabuk  ve kehribar sarısı iç rengine sahip Adapazarı kabağından yapılmış bir kabak tatlısının tadına doğrusu doyum olmaz. Olur mu, olmaz mı derken bir çatal, bir çatal daha… Dünyanın bütün güzellikleri sanki ağzımın içerisinde erimekte. Damağımda kalıcı bir cennet bırakarak eriyen kabak kendisiyle birlikte beni de eritiyor. Hayır, kesinlikle hayır yazının girişindeki kabak ile bu kabağın uzaktan yakından bir akrabalığı olamazdı. O olsa olsa layıkıyla kurutulmamış ve içi iyi temizlenmemiş bir su kabağı olabilirdi ancak. İçine ne kadar lezzetli içecek konursa konsun, iyi işlenmemiş su kabağı hemen o berbat tadını içine aldığı sıvıya aktarıverir. İnsanlar, kurumlar, kuruluşlar, örgütler… Siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel fenomenler... Yazılanlar, çizilenler, yontulanlar, dizilenler… Yapılanmalar, üretilenler ve imal edilenler… İşleyemeyen eller, işlenemeyen günler, aylar… Kabak tadında gelip geçen yıllar…
İşte, o yıllardan biri daha sonlanmakta. Ve işte yılın son günlerinden manzaralar;
Elleri, ABD taklidi bir uygulamayla kablo bağı ile kelepçelenmiş belediye başkanları. İki yıllık bir ‘teknik takibin’ sonucu olduğu söylenen bir operasyon.
Kimin ya da kimlerin pişirip kotardığı, servise sunulacak zamanın ayarlamasını yaptığı, fuluğ kılınan  ‘teknik takip’ içerikli operasyonların, Hollywood filmlerindeki pizza siparişleri gibi çat kapı ülke gündemine sokuluvermesi... Siyaseten çapaçul su kabaklarının, “yersen” modunda açıklamaları...
Bir de herkesin birbirine iade ettiği pinpon topu gibi oradan oraya atılıp duran bir sözcük;  “hastirrr”...
Kimine göre küfür, kimine göre bir tepki sözcüğü... Çoğunluk “hadi ordan”, “yok canım, daha neler” gibi ünlem yerine geçen bir sözcük. Medyada, meydanlarda, Meclis çatısı altındaki ‘sıradan’  atışmaların yanında bir hayli masum kalan bir sözcük aslında. Pek çoğumuzun zaman zaman günlük hayatta kullana geldiği, öyle pek de yadırganmayan bu garibim sözcük  bu günlerde siyasi aktörler arasında tam bir pinpon topuna döndü.
“Kem söz sahibine aittir.”
“Aynıyla iade ediyorum.”
“Bu TCK’nın 301’nci maddesine girer.”
Oyun bu ya, bu kez aldı eline raketi TEKEL İşçisi ve; “yetim hakkı yedirmem” derken, üç otuz paraya ülke varlıklarını satıp savuran, mısırcı, armatör, likit yumurtacı türedizadeler üreten, Ali Dibo’lar yaratan, evlatları hayırsever işadamlarınca yurtdışında okutulan Başbakan’a, attı topu,
“Eyy Başbakan al sana pinpon topu.”
Aynı Tekel işçisinin, yüzleri hiç kızarmadan, büyük bir pişkinlikle eylemlerine ‘desteğe’ gelen, 57. Hükümet’teki icraatlarıyla çalışana mezarda emekliliği reva gören, özelleştirmeleri ardı ardına hayata geçiren, Derviş’in ortaklarına ve benzer kafa yapısındakilere de;
“Eyy sahtekarlar sürüsü alın size de pinpon topu” demeleri gerek ve şarttı.
Olmadı.
Yine  aynı TEKEL işçisinin, ta baştan beri bu eylemi sembolik kılmaya çalışan, Ankara’ya gelen işçiye sahip çıkmayan, sendika mekânlarının kapılarını işçisine kapatan, üyesine yabancı, işçi aristokratlarına karşıda; “Eyy Sendika ve Konfederasyon al sana pinpon topu” demeleri bir başka yaşam gereği idi.
Ama olmadı ve bu şartlarda görünen o ki olmayacak da.
Ve yine görünen o ki, işçi sınıfı kendisine ideolojik mücadele olanağı yaratabilecek, bir siyasal özne, bir siyasal hareket zemini oluşmadıkça, soytarılardan  kendisine gerçek kahkahalar armağan etmesi beklentisi içinde  olacak.
Baydemir’in İslami motiflerle bezeyip, ceberrut düzene fırlattığı pinpon topunu gölgelerin değil, sınıfın gücü adına ete kemiğe büründürdüğümüz bir iki bin on umudu ve dileğiyle…