AKP döneminde kitap ile münasebetleri zaten fazlasıyla mesafeli olan yeni kuşaklar, birden kendilerini boğazlarına kadar etkinliğe boğulmuş biçimde buldular. Böylelikle veliler ile öğrencilerin ikinci evi de kırtasiye dükkânları oldu

PISA; paket mi olsun, yoksa burada mı yiyeceksiniz?

YAVUZ ÇOBANOĞLU - Munzur Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi

Makalenin başlığı, milli tedrisatımızın son dönemdeki hâl-i pûr melâline uygun olsun istedim. Çünkü geçtiğimiz hafta yayımlanan ve Türkiye’nin pek çok alanda olduğu gibi eğitimde de içler acısı durumunu ifşa eden PISA (Uluslararası Öğrenci Performans Değerlendirme) 2015 Raporu’nun sonuçları, gündemi epeyce meşgul etti. Buna göre Türkiye, üçer yıllık aralıklarla yapılan ölçümlerde (2003 ile 2015 arasında beş kere) “Fen, Matematik ve Okuma” kategorilerinde 70 ülke arasında, 33 ve 35. Sıralardan 49 ve 52. basamaklara kadar gerilemişti. Bu gerileme sadece rakamsal düzeyde olsa, belki sonuçlar üzerine fazla söz söylemeye gerek kalmazdı; fakat okuyabilenler için bu tablo rakamlardan öte anlamlara karşılık geliyor. Zira PISA sonuçlarının bir ülkenin bilim ve teknoloji üretme konusunda geleceğini biçimlendirecek gençlerin niteliği ve becerileri düzeyleri hakkında önemli fikirler verdiği iyi biliniyor.

Halbuki bu fikirlere bulaşmadan PISA Sonuçları’nı da boş verip doğrudan her gün sosyal medyada açılan hashtag başlıklarına ve yapılan yorumlara bakmak bile belki aynı neticeleri test etmemiz için yeterli gelebilirdi ama bu düşünmemizi sağlamazdı. Tabii sonuçlar böylesine kötü olunca, bu tabloyu yaratan etkenlerin “acaba neler olabileceğine?” dair sorular sorulmaya ve aynı sorular birçok faktör üzerinden yanıtlanmaya da başlandı. Açıkçası benim de buradaki amacım, bu tartışmalara ufak da olsa bir katkı sağlayabilmek ve bir haftadır takip ettiğim sıkıcı teknik yorumların ötesinde belki farklı bir şeyler söyleyebilmek. Öyle ki, son 19 yıldır eğitim aşamalarının (ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim) her basamağında değişik sürelerle çalıştım ve daha ilk günden itibaren bugünleri tahmin edebilmek için esasen böylesi bir deneyime değil, biraz bilgiye sahip olmak ve “bakmayı bilmek” kanımca herkes için yeterliydi.

28 Şubat ve sonrası
Örneğin hiç unutamayacağım bir anımdır; öğretmenliğe başladığım (1997) yılın ertesiydi ve 28 Şubat Kararları sonrasında “8 yıllık Kesintisiz Eğitime” geçeli henüz bir yıl olmuştu. O sene ortasında MEB tüm eğitim kurumlarına yazı göndererek, “ilköğretimde derslerden kalmanın kaldırılacağını” ve öğretmenlerin “bu konuda ne düşündüklerini” yazılı olarak Bakanlığa bildirmeleri gerektiğini okullara iletmişti. Çalıştığım okulda kırk civarı öğretmen vardı ve ben de dahil herkes “bunun eğitim adına çok kötü sonuçlar doğuracağı”, “çalışan ile çalışmayan arasındaki farkı belirsizleştireceği için öğrenciler arasındaki adalet duygularını zedeleyeceği”, “dersten geçme garantisini cebine koyan öğrencilerin okul ile ilgilerini keseceklerini” belirten açıklamalarla bu değişikliğe itiraz ettik. Dahası, başka okullarda tanıdığım diğer öğretmen arkadaşların tümü de neredeyse aynı gerekçelerle “başarısız dersler sonucunda sınıfta kalmanın kaldırılmasına” karşı çıkıyorlardı.

Bunlara rağmen gelecek eğitim-öğretim yılı başlamadan MEB, ilköğretimlerde ( o zaman için ilk 8 sınıf) okuyan öğrenciler için “başarısız olunan derslerden kalma” şartını kaldırdı. Artık “devamsızlık” dışındaki tüm nedenlerden dolayı “sınıfta kalma” ortadan kaldırılmıştı. Bunun mazereti olarak da (şimdi bile tuhaf gelen bir şekilde) garip bir mali hesap yapılıyor ve “sınıfta kalan öğrencilerin devlete maliyeti” gerekçe gösteriliyordu. Sanırım bedavadan sınıf geçirmenin ilerleyen yıllardaki maliyetini hesaplayan hiç yoktu. Maliyetin olası sosyal sorunlardan daha önemli kabul edildiğini; zira sosyal sorunlardaki yükselişin devlete muhtaçlığı/bağlılığı daha da artıracağı için burada bir başka ince hesabın mevcut olduğunu; bunun da sonuçta ideolojik bir bakışa karşılık geldiğini de o gün öğrenmiş olduk.

Tabii aynı günler sonrasında bu ideolojik tutumun izleri de daha çok hissedilmeye başlanacaktı. Okula gelen müfettişler “artık herkesin mühendis, doktor vb. olması gerekmediğini; ülkenin ‘eğitimli’ şoföre de çaycıya da temizlik görevlisine de ihtiyacı olduğunu; öğrencilerin sadece Atatürk’ü (şimdilerde bu Peygamber ile yer değiştirmiş) ve bayrağı tanıyıp saygı göstermelerinin yeterli olacağını” öğütlüyorlardı. Demek ki alt sınıflardaki çocuklara biçilen gömlek bundan sonra sadece masanın tozunu almak, gerisine de karışmamaktı. Üstelik zaten kendileri için hep zor olan “daha prestijli” meslekler için bundan sonra boş bir heves de taşımamalıydılar. Kırk türlü elekten geçip en fazla öğretmen olabilirlerdi, ötesi değil… İşte vaktiyle gerçekleşen bu değişikliğin izlerini sonraki yıllarda gelen öğrenci gruplarında test etme fırsatım olduğunda, hep bu derin tahribatın izleriyle karşılaştım. Çünkü neredeyse her yeni gelen kuşak, bir sonrakini mumla aratıyordu. Okuma ile ilişkisi çoktan kopmuş, okuduğunu ya da anlatılanı anlama ve yorumlama kapasitesi oldukça düşük, kabahati sürekli ezberci eğitim siteminde bulan, aralarından tesadüfen bir Don Kişot çıkması beklenen milyonlarca genç…

AKP’li yıllar…
2002’de iktidara gelen AKP döneminde de bu çabalar değişmediği gibi, özellikle alt sınıflardaki insanların içinde yaşadıkları hayata rıza göstermelerine yönelik ideolojik eğitim politikaları artarak devam etti. Üstelik ülkenin eğitim kalitesi bakımından bu dönemde iki önemli değişiklik de yapıldı. Bunlardan ilki, “öğrenci merkezli eğitim” adı verilen ve slogan olarak çok şık duran bir yaklaşımla eğitimin niteliğinin, öğrenci seviyesine (yani vasata) indirilmesiydi. Buna göre tüm müfredatlar değişti, öğretmenlere seminerler verildi, ders kitaplarındaki okuma, anlama ve anlatım çalışmaları basitleştirildi, azaltıldı ve kitaplar resim defterine döndü. Nitekim kitap ile münasebetleri zaten fazlasıyla mesafeli olan yeni kuşaklar, birden kendilerini boğazlarına kadar etkinliğe boğulmuş biçimde buldular. Böylelikle veliler ile öğrencilerin ikinci evi de kırtasiye dükkânları oldu.

Artık her dersten okuma, anlatma ve anlama çalışmaları yapmak yerine, çoğunluğu (hatta çocuklar bilgisayarlarda oyun oynarken) evdeki velilerce yapılan basit karton kesme ve kâğıt yapıştırma etkinlikleri, bir nota da karşılık geldiği için, derslerin temel işleniş biçimi haline geldi. Keza müdür ve müfettişler denetlemeye geldiklerinde bu kâğıt işlerine bakıyor, daha fazla etkinlik yaptıran da “daha iyi öğretmen” olarak kabul görüyor ama öğrencilerden bazıları haritada yaşadığı şehri bile bulamıyordu. Örneğin geçenlerde görüştüğüm ve Orta Anadolu’daki bir şehirde Türkçe öğretmenliği yapan bir arkadaşım, girdiği sınıflardaki (ortaokul) öğrencilerin “üçte birinin ya okuma yazma bilmediğini ya da güçlükle okuyup yazdığını” bana söylediğinde bu yüzden hiç şaşırmadım.

Derslerden konu açılmışken, yine bu dönemde gençlerin okuma alışkanlıklarını geliştirme adına liselerdeki öğrencilere “100 yerli ve 100 yabancı temel eseri” okuma zorunluluğu getirildi. Lise gibi okuma alışkanlığı için “geç” sayılabilecek bir yaş aralığına böyle bir “zorunluluğu” dayatmanın, gençleri tanımamak ve farazi bir vitrin süslemesinden başka bir şey olmadığı da çabucak ortaya çıktı. Zira kurnaz yayınevleri bile öğrencileri MEB’deki bürokratlardan daha iyi tanıyordu. Bu eserlerin tümünün 2-3 sayfalık özetlerinin olduğu kitaplar hızla piyasaya sürüldü ve yok satmaya başladı. Dolayısıyla Suç ve Ceza’nın üç sayfalık özetiyle belki derslerden geçilebilirdi ama işlediği cinayet sonrası Raskolnikov’un içerisine düştüğü amansız durumu özet okuyup anlamak mümkün değildi.

Üstelik bizim zamanımızdaki gibi her biri kendi ağırlığınca şair, iyi edebiyatçı, tüm külliyatı okumuş ve hepsinden önemlisi idealist öğretmenler de artık yoktu. KPSS muharebesinden fazlasıyla yıpranarak çıkan, “geçim derdi” başta olmak üzere türlü dertlerle uğraşan öğretmenlerin, bu eserleri kendilerinin bile okumamış olabileceğini ya kimse düşünmedi ya da kimse bunu itiraf edemedi. Netice itibarıyla bazılarına, zahmet edip “özetleri” okuyan gençlerle övünmekle yetindi. Bu özetleri okuyup yetişen ve bunu da “fikir sahibi olmak” için yeterli görenlerin pek çoğu, bugün gazetecilikten öğretim üyeliğine, esnaflıktan öğretmenliğe kadar farklı mesleklerde çalışıp boş zamanlarında da mütemadiyen PISA sonuçlarını doğrular biçimdeki “yorumlarıyla” sosyal medyada boy gösterip, sıklıkla “büyük oyun”u gördüklerini iddia ediyorlar.

Bununla birlikte bir ara “çoklu zekâ” diye bir heyula da ortaya atıldı. Buna göre öğrenciler “8 zekâ kategorisi” içerisinden yeteneklerine göre ayrılacaklar ve artık herkes yeteneği hangi kategoriye giriyorsa “onun üzerinden” eğitimine devam edecekti. Böylece sıklıkla değiştirmenin “bir değer” olarak sunulduğu müfredatlar yeniden değişti; yüz binlerce öğretmen haftalar süren seminerlerden geçirildi. Fakat müfredat değiştirmek de öğretmenleri seminere yollamak da işin hep en basit tarafıydı. Okullar teknik anlamda desteklenmeden, araç gereç ile donatılmadan, spor salonları vb. olmadan öğrencilerdeki yeteneklerin “nasıl keşfedileceği?” sorusu bugüne kadar hep havada kaldı. Çünkü tek malzemesi “Çin malı” 3 TL’lik bir flüt olan müzik dersleriyle dünyaca ünlü keman, piyano sanatçıları çıkmıyordu; fen, biyoloji ve matematik laboratuarları olmayan okullarda okuyup PISA’da derece yapmak nasıl mümkün değilse, Beden Eğitimi derslerinde futbol ve voleybol topundan başka malzemesi olmayan 80 milyonluk ülkenin Olimpiyatlar’da aldığı madalya sayısı da aslında mevcut gerçekliğin bir yansımasından başka bir şey değildi. Bunların tümünün sıradan insanın hayatında hiçbir şekilde yer kaplamaması da zaten bu eğitim politikalarının bir “başarısı” olarak görülmeliydi.

Dahası, öğrencilerin okuduğunu anlamasına katkı sağlayacak, soyut yorum kabiliyetlerini geliştirecek temel dersler olan sosyoloji, psikoloji ve felsefe derslerinin saatleri bilinçli biçimde azaltıldı. Özellikle felsefe kitapları, dini kitaplara dönüştürüldü ve “Felsefe Öğretmenliği Sertifikası” sahibi olanlara (Sosyoloji, Felsefe, Psikoloji bölümleri mezunları) açılan kadrolar azaltılarak (örneğin 2016 Ekim ayında bu sayı 31’di ve aynı dönemde 1479 Din Kül. Ve Ah. Bil. Öğretmeni atandı), vaktiyle İlahiyat mezunu olarak okul kadrolarına atanmış Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerinin bu derslere girmeleri teşvik edildi. Acıklı olan ise öğrencilerin “dinci” adıyla çağırdıkları bu öğretmenlerden aldıkları bu dersleri, “felsefe” ve “sosyoloji” zannetmeleriydi. İlave olarak farklı sınavlarda bu derslerin ağırlığı düşürülerek, sınav kazanma yarışının gözleri körleştirdiği bir ülkede okuduğunu, yaşadığını, şahit olduğunu anlamaya doğrudan etki edecek olan felsefe ve sosyoloji dersleri, gençler ve aileleri nezdinde, olsa da olur olmasa da olur tarzıyla karşılanan önemsiz bir hale getirildi.

Yine AKP iktidarının eğitimdeki dinselleştirme politikalarını, ikinci önemli değişiklik olarak ele almak da burada bir zaruret olduğunu söylemeden geçemeyiz. Buna göre “seçmeli dersler” adı altında pek çok dini içerikli ders (Hz. Muhammed’in Hayatı, Kur’an-ı Kerim, Temel Dini Bilgiler vb.), müfredata eklendi. Bunlar pratikte seçmeliydi ama yukarılardan gelen talimatlarla okullardaki yöneticiler tarafından öğrenciler bu dersleri seçmeye yönlendiriliyor ya da diğer seçmeli derslerin öğretmenleri olmadığı gerekçesiyle öğrenciler bu dersleri zorla tercih etmek zorunda bırakılıyordu. Dahası pek çok okulun İmam Hatip Lisesi’ne dönüştürülmesiyle, bu okullardan mezun öğrenci sayısı genel oran içerisinde de yükseldi. Halbuki bu sıralarda alt sınıfların kendi sosyal gerçeklerine (yoksulluk, yoksunluk, eğitimsizlik gibi) gömülüp kalmalarını sağlayıcı bu eğitim politikalarının mağdurları “insanların dinini öğrenmelerinden niye rahatsızlık duyuyorsunuz?” şeklindeki üst sınıflardaki muktedirlerin ürettiği ideolojik bir fikri savunmakla meşguldüler. Eğitimde dinî düşüncenin yaygınlaşması, “insanların dinini öğrenmeleri bir haktır” şeklinde açıklansa da bunun doğrudan bir “hak” olmaktan ziyade, bariz bir ideolojik bir dünya görüşünün politik anlamda meyvelerini toplamak olduğu çok açıktı.

Bu sebeple, İslam dini ve onun da sadece Sünni yorumu üzerinden eğitim alan öğrencilerin, “Dünya’yı Tanrı'nın bir uzantısı” olarak tasavvur etmeleri de artık “doğal” sayılmaya başlandı. Keza günlük hayatı korkular ve kaygılar ekseninde örgütleyen bir dinî öğretiden ilham alan böylesi bir eğitimin çıktısı olan öğrencilerden, analitik düşünmelerini, eleştirel olmalarını beklemek ne kadar zorsa, fen bilimlerinde başarı beklemek, hatta buradan orijinal bir düşünce çıkacağını ummak da o derece güçtü. Zaten öğrenciler de bu eğitim politikalarının sahiplerinin yüzünü kara çıkarmayıp bilimin değil de ilimin peşine düştüler. TÜBİTAK projeleri bile içerik değiştirdi. Artık “Besmele okuyarak ekmeği taze tutan ekmek kutuları”, “dua ile kanserin iyileştirilmesi”, “dua okuyup Kabe’yi tavaf eden pilli robot”, “papaz eriğini imam eriğine çevirme makinesi”, “ayet okunarak üç kat daha fazla büyütülen fasulye” vb. “icat”lar makbuldü. Sonuç itibarıyla bu kapasiteyle teknoloji üretememe gerçeğiyle yüzleşenler, daha kolayını yani tüketmeyi seçtiler. Bununla beraber modernlik eksiklenmesini gidermeyi tercih etmiş milyonlar ortaya çıktı. Aynı sıralarda devlet de bu genç milyonların duygularına hitaben onlara tablet dağıtarak, “hayırlı vesileler için kullanmaları” tavsiyesinde bulunuyordu.

Öyleyse neden?
Tabii insan sormadan edemiyor: Her şey bu kadar alenî cereyan ederken neden bir çare ya da çıkış yolu bulunamıyor? Bunun basit iki yanıtı var: Birincisi, bu eğitim politikalarına doğrudan maruz kalan alt sınıfların böyle bir derdi yok. İkincisi, orta ve üst sınıflar aynı politikalardan, özel okullar, kurslar, özel öğretmenler vb. aracılığıyla ya kısmen etkileniyorlar ya da hiç etkilenmiyorlar. Yani iki türlü de bu politikaların değiştirilmesi, buna gerçekten inanacak bir siyasî irade ve bilinçli bir insan kitlesine ihtiyaç duyuyor.

Çünkü Türkiye’deki tüm siyasal iktidarlar için eğitim, hep bir “makbul vatandaş” yetiştirme vasıtası oldu. Günümüzde ise bu insan tipi, “inançlı/dindar” olmak ile çerçevelenmiş bulunuyor. Fakat siyasal iktidarın “insanlar dindar olsunlar” diye eğitim politikalarını düzenlediğini sanmak saflıktan öte bir şey değil. Açıkçası dinlerin tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren mevcut iktidarlara tanrısal meşruiyet kazandırma görevini üstlendikleri de bir iyi bilinen bir başka gerçek. Bu yüzden, “dindar nesil” yetiştirmek için girişilen tüm eğitim seferberliklerinin amacı, esasen daha kolay yönetilebilir, kontrol edilebilir ve yönlendirilebilir bir kitle ortaya çıkarmak ve böylesi bir kitlenin sayısını artırmak hedeflerine odaklandığı rahatlıkla seçilebilir.

Hal böyle olunca birkaç idealist eğitimci, buna kafa yoran ufak bir kitle, ülkenin geleceği için kaygılanan biraz daha fazla sayıda insan dışında PISA Sonuçları’nın bu ülkede kımıldattığı bir yaprak bile yok. Özellikle de alanın aktörleri olan eğitim politikalarını yönlendirenler arasında. Öyle ki ülkede buna dair ciddi bir iç muhakeme olsaydı, bunlardan bazılarının ekranlara çıkıp PISA Sonuçları’nı “birlik beraberliğimize karşı yapılan bir saldırı”, “Batı’nın bizi çekememesi sonucu oynanan bir oyun”, “lider ülke olmamızı engelleyici pis bir komplo” vb. olarak değerlendirmesi de kuvvetle muhtemeldi. Çünkü bu muktedirler için dindarlık ile vasatlığın yaş ve cinsiyet sınırı tanımadan ülke sathına bulaşıcı biçimde yayılması, fazlasıyla muteber bir durumun adı.

Dolayısıyla kim ve ne için ölüp öldürdüğünü düşünmeyen, çalınan emeğinden geriye kalan maaşına kanaat getiren, ülkedeki gerçek sorumlular dururken suç ve kabahatleri hep dışarıda ya da içerideki hainlerde arayan, bazıları cenneti bu dünyada yaşarken öteki dünyadaki hayali bir cennet düşü içinde olan insan sayısı da doğal olarak artıyor. Ama siz siz olun bunların tümünün böyle olduğunu bazı yakınlarınıza söylemeyin, zira güzel bir rüyadan uyandırılmak herkesi kızdıracaktır.