Kendimizle ilişkimiz nasılsa dünyayla ilişkimiz de öyle. Italo Calvino’nun dünyayı değiştirmek için önce genel olarak ahlakta bir devrim yapılması gerektiğine dair sözleri, bu açıdan anlamlı olsa gerek. Peki ama insan kendinden neden nefret eder? Arno Gruen’in ‘Kendine İhanet’ adlı kitabında, anne ile çocuk arasındaki ilişkiyle açıklar bu durumu. İnsan, ya kendine ve başkalarına güçlü ve üstün olduğunu sürekli olarak kanıtlama ihtiyacı içinde olacaktır, ya da hayatı sevinçleriyle ve kederleriyle kucaklayabilecek bir güce sahip olacaktır. Sanırım, çoğunluk ilk yolu tercih ettiği ya da tercih etmek zorunda bırakıldığı için dünya bu halde.

Arno Gruen, Liedloff’un bir eserine gönderme yaparak, çocuğu ağlasa dahi, şımarık olmaması için onu yalnız bırakan bir anneden bahseder. Anne, içi parçalansa dahi çocuğu ağlar bir halde bırakıp odadan çıkar. Altı değiştirilmiş, karnı doyurulmuş, gerçekte hiçbir eksiği olmadığı halde çocuk neden ağlamaktadır? Gruen, annenin çocuğun gerçek ihtiyacını anlayamadığını, çünkü annenin de kendi duygularına ve arzularına karşı benzer bir yabancılık içinde olduğunu söyler. Bu durumun tam tersi de değildir çözüm, çocuğun gerçek ihtiyacını anlamaya dönük bir farkındalıktır asıl olması gereken. Çocuğun yaşadığı çaresizliğe dayanabilme kapasitemiz, kendi çaresizliklerimize dayanabilme kapasitemizle ilişkili.

Çocuk ağlamasına yetişkinlerin gösterdiği tahammülsüzlükte benzer bir durum vardır, gerçekte çocukken yaşadığımız kendi çaresizliğimizi anımsattığı için çocuğu ne olursa olsun susturmanın yollarını ararız. Üzüntüye ya da yalnızlığa tahammülsüzlükte çocukluk deneyimlerinin etkisi olduğu çok açık. Duygularına güvenmeyen, hatta bir güçsüzlük kaynağı olarak görüp hayatını sadece katı gerçekler üzerine inşa eden insanların çocukluklarına bakmak bu açıdan önemli. Gruen, bunu özerklik kaybı olarak nitelendiriyor. Yetişkin olunca da ne zaman üzülsek ve çaresiz hissetsek birilerinin bizi pışpışlamasını istememizin nedeni, çocukluk döneminde alıştırıldığımız bir yaklaşımın taklididir. Sanki biri bizi pışpışlamasa, o duyguyla baş edemeyeceğimizi sanırız, o acı ya da olumsuzluk sanki sonsuza kadar sürecek ve bizi yok edecektir.

Çocukluk döneminden itibaren öğrenme de burada önemli bir işlev kazanır. Eğitim sistemini bu açıdan ele almak, dünyanın daha iyi bir yer olması için önemli olsa gerek. Öğrenme, kendini dışarıdaki şartlara ve uyarım koşullarına maruz bırakarak gerçekleşiyorsa, tıpkı bebeklikte olduğu gibi kendi duygu ve ihtiyaçlarından uzak bir şekilde yetişir kişi. Çevreye olumlu yaklaşan, öğrenmeyi mekanik bir süreç olmaktan ziyade iç ve dış gerçekliklerin birbirine uyumlandığı, iç içe geçtiği bir süreç olarak yaşamak, yaratıcı bir özerkliğin de gelişmesine neden olur.

Çoğunlukla anne ile çocuk arasındaki ilişkiye odaklanırken babanın işlevinin göz ardı edildiği de bir gerçek. Baba, diğer insanlar ve dünyayla ilişkimizin niteliğini belirler, anne de kendi kendimizle ilişkimizin… Baba, aşırı kuralcı ve eleştirel yaklaşmışsa, diğer insanların da bize eleştirel yaklaşacağını varsayabilir ve sürekli olarak birilerine kendimizi ispatlama ihtiyacı içinde olabiliriz.

Gruen, “İnsan kendi benliğini, duygularını ve onlara karşı sorumluluğunu ne kadar kaybederse, o kadar kinci olur ve bunu fark edemez” diye yazmış. Çocukların algı ve duygularının bastırılması, ortaya çıkan saldırganlığı gizleyen sahte bir itaate neden olup saldırganlığı daha da arttırdığını, çocuğun anne babasına uyum sağlamak uğruna kendi acısına ve canlılığına yönelik bir öfke geliştirdiğini ve bunun da kendiliği böldüğünü iddia ediyor Gruen. Bu bölünmüşlük, kendi duygularına anlam veremeyen bir hayata sürüklüyor insanı.

Adam Phillips, ‘Yasak Olmayan Hazlar’da, kafayı kendisine takmış, sıkıcı ve sıkılmış, kimsenin sevmeyeceği ve arzulamayacağı kadar suçlu hisseden modern insanın üst benliğiyle kurduğu ilişkiyi anlatırken Shakespear’in ‘III. Richard’ oyunundan bir alıntı yapar: “Kimden korkuyorum? Kendimden mi? Başkası yok ki.”