Piyano çalan çocuk, hayaller ve gerçekler

Nesli Zağlı

Biri gündem denilen dipsiz kuyuya bir taş attığında, suda oluşan halkalar gibi dalga dalga çağrışımlar yaratıyor bizde çoğu zaman. Bazen de gündeme dair çağrışımlarımız, kendi gündemimizle denk geliyor ve zihnimizde hasbihal ediyorlar. Yakınlarda böyle bir deneyim yaşadım. Geçtiğimiz hafta 2022 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Annie Ernaux adlı yazarın “Boş Dolaplar” adlı kitabını okuyordum. Kitapta Fransa’nın küçük bir şehrinin sosyoekonomik seviyesi düşük bir kenar mahallesinde, küçük esnaflık yapan bir ailenin kızının kaba tabiriyle sınıf atlama mücadelesi anlatılıyor. Geniş ailesi işçi sınıfından gelen bu insanlar için aslında bir kafe-bakkal işletmek de bir sınıfsal sıçrama. Kendilerini mekanlarına gelen ayyaşlardan, fabrika işçilerinden farklı gördükleri kesin. Ama burjuva sınıfından olmadığı halde zorluklarla koleje gönderilen kız için yaşadıkları hayat, kaba saba, tiksindirici ve kabul edilemez. Kitap boyu bu kızın akademik anlamda en iyi olma, sıyrılma, kendini yetiştirme ve mahallenin cahil, çiğ ve sapkın değerler sisteminden kopma çabasına öfke ve tiksintisini nasıl katık ettiğini okuyoruz. Kendi “sınıfını” yırtık dondan çıkar gibi yırtıp aşmak isteyen kişiler gerçek hayatta da, roman kahramanı olarak da çok kalabalıklar. En arabesk yerinden alındığında Türk sinemasında bile “Hatırlar mısın fakir ama gururlu bir genç vardı” tiratları önemli klişelerdendir.


Hiç de yabancı olmadığımız sınıfsal ihtiraslar üzerinde düşünürken sosyal medyaya ‘piyano çalan kurye çocuk’ düştü. Aslında bu konuyu yazıya olduğu gibi taşımak konusunda tereddüt ettim çünkü sosyal medyada da bahsedildiği gibi işin içinde bir reklam kokusu var. Ama konu reklam vesilesi bile olsa toplum içinde ve benim zihnimde dalga dalga çağrışımları oldu. Motor kuryenin biri bir teslimat için bir otele gidiyor ve piyanoyu çalmak için izin isteyerek kurulmuş gibi Türk marşını çalıyor. Sonra ortalık fokurdamaya başlıyor, şirket yöneticisi destekleyeceğiz deyip ayağına çağırıyor, ünlü piyanistler çocuğa ders vermeyi teklif ediyor. İşçi sınıfından biri kendi kendine öğrenerek üst sınıf sembolü gibi algılanan bir müzik aletini çalıyor. Kurgu mu, modern çağ mucizesi mi, sınıfsal bir sıçrama öyküsü mü bilemiyorum. Bildiğim tek şey kapitalizmin belirlediği kırmızı çizgileri aşmanın en önemli katalizörlerinin öfke, haset ve ihtiras olduğu. Sanki sınıfını terk edip bir sonrakine atlamak için bir motivasyon mayası olarak sınıfına duyduğun hiddeti kullanmak şartmış gibi. Piyanist kurye örneğinde çocuk, işçi hayatının bir köşesinde kendi kendine sanatını icra edemezmiş de mutlaka fark edilmesi ve sivrilmesi Allah’ın emriymiş gibi. Buradaki ihtiyaç aslında bir başarı öyküsü yaratmak değil, sınıfsız bir toplum yaratmak, yapay kırmızı çizgileri kaldırmak, insancıl zevk ve yetenekleri bir sınıf lehine değil hudutsuz yaşatmak.

Yoksulluğa dair Kuzey Amerika menşeili literatürde “fakirlerin” nasıl düşünür, nasıl davranır ve nasıl hissederlerse bu yazgıdan kurtulup sınıf atlayacaklarına dair pek çok yayın var. Kapitalizm müthiş bir şey; hem insanlıktan uzak bir eşitsizliğe mahkum ediyor hem demirlerin ardından anahtar sallıyor. Ama kapitalizmin bu tuzaktaki başarısı tesadüf değil. Çünkü herkes asla ait olamayacağından dolayı acı çektiği sınıfın yaşamsal formlarına dair hayaller kuruyor. Çocukluk hayalleri oyuncaklar, Hansel ile Gretel’in evi gibi devasa çikolata ve şekerlemeler, şimdiki nesilde bilgisayar ve tabletler üzerine kurulu. Kapitalizmin arsız çocuğu, dünyada çok güzel şeyler var ve ben onlara ulaşamıyorum düşüncesinin verdiği engellenme duygusuyla karşılaşıyor ve her engellenmede olduğu gibi duygusal çıktı gizlice serpilmiş öfke tohumları oluyor. Keşke kapitalizme ruhunu satmamış biri çıksa da bu çocuğa öfke yerine eşitlikte direten bir gelişimin yolunu gösterse. Ergenlikte ve genç yetişkinlikte hayaller ve arzular çeşitleniyor. Marka bir spor ayakkabı, yurtdışı tatili, son model bir telefon ile başlayan ve sonsuza dek dallanıp budaklanarak çeşitlenen hayaller. Burada şunu belirtmek lazım ezilen sınıflardaki engellenmişliği besleyen sadece erişilemeyen metalar değil. Cool bir tavır, sosyal olarak imrenilen bir duruş, etkili güçlü bir kimlik… Tabii ki arka planda da zengin ve güçlü olunca herkesin onu daha çok seveceği sanrısı. Ne kadar çocuksu, ilkel ve talihsiz bir varsayım aslında.
Peki tüm o zenginlik hayallerinin ardında bu mu var? Beğenilmek, imrenilmek, sevilmek? Piyano çalan kurye çocuk da varlığını fark ettirmek mi istedi işin özünde? Eğer piyanonun başına geçip “döktürmeseydi” otel salonundan bir gölge gibi gelip geçecek miydi? Evet muhtemelen. Videoyu izlediğimde piyanist kuryenin ifadesiz olduğunu hissettim. Oysa piyanistler, yüksek sosyoekonomik seviyede yetişip emin adımlarla başarıya ulaşan, ürettiğinden haz alan, hazzın da tadını çıkaran piyanistler künt değildir. Onlarda en azından dışarıdan öyle olduklarını hissettiren bir vakar ve canlılık vardır. Peki ya iç yüzü? Hani şu burjuva sınıfının çürümüş değerleri ve sahte ahlakı? Jack London’ın başyapıtlarından biri olan Martin Eden’de vasıfsız işçi sınıfından burjuva sınıfına yükselmek için insan üstü bir mücadele verip, hayaller kurup kör burjuvazinin bayağılığına ulaşan Martin’in acı sonunu bileniniz vardır. Gerçekten de kendi sınıfından sıyrılıp, paçayı kurtarmanın sonu hep hüsran mıdır? Bana kalırsa sınıflı toplum eninde sonunda birilerinin hayal kırıklığı olacaktır.

İnsanoğlunun erişemediğini arzulayan ve yücelten bir doğası var. Yırtıp kendini kurtarmayla ilgili hayaller bu gerçeklikten besleniyor. İnsan oturduğu yerden çok kolaylıkla erişmeyi hayal ettiklerini ayrıntılandırıyor. Bazı insanlar da sınıflar arası eşitsizliklerin verdiği engellenmeyi roket atar gibi bir fırlama noktasına dönüştürüyor. Eğer kurgu değil de gerçekse, piyanist kurye kardeşimiz Türk Marşı’nı çalmak için aylarca yıllarca kendi kendine klavyede mi çalıştı? Aklıma Piyanist filminde esir düşmekten kaçan piyanistin iç kulağında çalan müziğe parmaklarıyla yanıt vermesi geliyor. Peki bu his sınıfsal mıdır? Müziği hissetmek, müzikle dalgalanmak ve müziği yeniden ve yeniden üretmek? Elbette değildir, sanatla veya bilimle var olmak üst sınıfın tekelinde değildir. Annie Ernaux’un romanındaki gibi sanatın, düşünün ve üretimin incelikli ve ayrıcalıklı dünyasına dahil olmak için bulunduğun sınıftan ölesiye tiksinmek de şart değildir. Estetik, insancıl ve nitelikli bir evren oluşturmak için ne paranın ne eğitimin şart olduğuna eminim. Bu dünyada gazoz kapağından çocuklarına oyun oynatan anneler, kartonlardan öğrencilerine teleskop yapan öğretmenler, karpuz kabuğundan gemiler yapan çocuklar var.

“Her şey sınıfsal, her şey” demiyorum bu yüzden. Sınıfları ve sermayeyi anlamak yeşil sermayenin markajındaki ülkemizde iyice karmaşıklaştı. Yandaşlar memleketteki tüm köşeleri döndü, tüm parsaları kaptı ve semirdikçe semirdi. Fakirin daha da fakir, zenginin daha da zengin olduğu korkunç bir uçurumun ağzındayız. Böyle şey olmaz, tüm hayaller, arzular, istekler haramilere ganimet olmaz. Biz herkesin ihtiyaçlarına eşit şekilde erişeceği, eşit şekilde fiziksel ve ruhsal açıdan besleneceği, sanatın ve bilimin öznesi olacağı bir dünya hayal ederiz. Ahmet Telli’nin dediği gibi:

“Ne yazılmışsa bize ve onlara dair
Işıklı sularındadır bilincimizin
Hükmünü yerine getirse de acılar
Biz yine neşeli türküler söylemekteyiz”
Müzik, hayaller ve bilinç hiç susmasın.