Mademki kamulaştırma kavrayışındaki dönüşüm, kavram üzerine verilecek mücadele ile belirlenecek, öyleyse siyasetçiler, sermayedarlar gibi kesimlerin farklı beklentiler temelinde müdahil oldukları tartışmanın tarafı olarak mücadeleyi yaygınlaştırmamız da gerekiyor. Birkaç hafta önce kamulaştırma iddia ve talebi ile ne kastettiğimizi, Türkiye kamuoyuna anlatma ve bir talep üretme gereğini irdeleyen bir yazı yazmıştım. Sonuçta sistem karşıtı olarak çerçeveleyebileceğimiz bir pozisyondan baktığımızda kamulaştırma yeni olmasa da güncel bir mücadele perspektifi oluşturmayı sürdürüyor. Öte yandan bu iddia ve talebi, güncel tartışma içerisinde nasıl konumlandıracağımızı tarif etmeye ihtiyacımız olduğu da aşikâr. O nedenle bu köşede, sistem karşıtı birikimlerden hareketle farklı boyutlarıyla kamulaştırma meselesini irdelemeyi önemsiyorum.

Önerinin yeniden konuşulmasına neden olan günlere dönelim… Geçtiğimiz hafta yeniden gündeme oturduğu sıralarda, Dünya Bankası’nın kamudan en çok ihale alan şirketler listesi ile karşılaştık. Bu liste sayesinde gördük ki dünyada en çok kamu ihalesi alan 5 şirketten 4’ü Türkiye’den; Kılıçdaroğlu’nun isabetli bir şekilde ‘5li çete’ olarak adlandırdığı şirketlerin dördünü içeriyor. Böylece, ‘5li çete’nin projelerini kamulaştırmanın haklılığı bir kez daha kanıtlanıyor. Fakat Kamu Özel İşbirliği (KOİ) projelerinin devlete tahsisinin yeterli bir öneri olmadığı da görünüyor.

Ne yalnızca KOİ’lerin kamulaştırılması ne de kamulaştırmanın devletçi biçimde işlemesi, ‘torunlarımızı dahi sömürecek olan yatırımlar’ın yarattığı sorunları çözebileceğe benziyor. Ne de olsa halka ait olanın piyasalaştırıldığı projeler KOİ’lerden ibaret değil. O nedenle de, ‘5li çete’nin ötesinde, 17 yıldır gerçekleştirilen farklı alanlardaki büyük (olumsuz anlamda dönüştürücü etkisi olan) özelleştirme/piyasalaştırma projelerini hedef almak daha anlamlı görünüyor. Sağlık, eğitim, enerji, telekomünikasyon, ulaşım, gıda gibi alanlar örneğin. Bu anlamda kamulaştırmayı, piyasalaştırma yoluyla toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren mal ve hizmetler üzerinde bir iddia ve talep olarak ortaya koymak gerekli de acil de diyebiliriz.

Öte yandan, bugünkü gibi kendini halktan ve ihtiyaçlarından muaf olarak tanımlayan bir ‘kamu’nun ve şirketlerden oluşan bir ‘kamuoyu’nun hükmünü de sorun olarak tarif etmek gerekli duruyor. Kamulaştırma pratiğinin, ilkesel çerçevesini oluştururken örneğin diyebiliriz ki; vergilendirme veya emek süreçleri gereği, üreticisi de olduğumuz kamusal mal ve hizmetlerin yönetim ve denetiminde, kârlılık anlamında bir verimlilik ve sürekli büyümeden ziyade (ve bu doğrultuda yaratılan toplumsal ve çevresel hasara karşı), temel ihtiyaçları öncelemeli ve bu süreçlerde halkın demokratik katılımını sağlayacak bir zemin yaratılmalı. Böylece kamusal mal ve hizmetlerin piyasa mantığından bağımsız bir biçimde üretilmesi sağlanmalı. Bu anlamda, kamu, kamu yararı ve kamuoyu gibi kavrayışları da (Bunlar üzerine verilmekte olan türlü mücadelelere de bakarak) kamulaştırma tartışmasına eklemlememiz önemli görünüyor.

Bugünün artan yoksullaşma, işsizlik, açlık, borçlanma gibi sorunları ve bunların iktidarca reddi hesaba katıldığında, yeniden kamulaştırma talebi yalnızca gerekli değil aynı zamanda da kaçınılmaz bir hâl alıyor diyebiliriz. Aynı sebeple, bu talebi büyütmek kadar, çocuk ve yaşlı bakımı gibi toplumsal cinsiyet eşitliğine veya emeklilik gibi sosyal haklar alanına doğru genişletmeyi de düşünebiliriz. Ayrıca piyalasalaştırmanın toplumsal maliyetlerinin yanı sıra çevresel maliyetleri olduğunu da hesaba katabiliriz. Kamulaştırmayı, toplumsal eşitliği sağlamaya yönelik genel çıkarları savunan ve bu anlamıyla kamusal mal ve hizmetlere erişimi hak olarak tarif eden bir eksende düşünebilir; farklı boyutlarıyla sermayeye karşı yürütülen bir demokrasi mücadelesi olarak kamusal alana taşıyabiliriz.