Plazalardan Ege köylerine… (2)

Bir önceki yazımda sistemin yabancılaştırdığı beyaz yakalıların küçük sahil kasabalarında kafe açma hayallerini ele alırken kapitalist sömürü düzeninden bunalanların çareyi kapitalist olmakta, yani bizzat sömüren tarafa geçmekte, arıyor olmalarının kritiğini yapmıştım. Gelen yorum ve e-postaların çoğu “e onu yapma bunu yapma, n’apcak bu insanlar?” minvalinde olunca yazının devamını getirmek istedim.

Bu kış da komünizm gelmedi

Doğru, hepimiz içine doğduğumuz bu küresel kapitalist sistemde yaşıyoruz. Durumdan memnun değiliz ama kimse tercihimizi sormamıştı. Asla da sormayacaklar; çünkü Pew ve Ipsos anketleri, referandum yapılsa sosyalizme geçecek bir sürü ülke olduğunu gösteriyor. Kapitalizm lâfta çok demokratik…

En sevmediğim muhabbetlerden biri şu liberallerin “elinde kızıl dergi satıyor ama ayağında Converse var” saçmalamasıdır (bkz. ad hominem). Kardeşim, Sümerbank ayakkabı üretiyor da biz mi giymiyoruz?! Sümerbank’ın olmadığı bir dünyada kaliteli bir elbise giydiğimiz zaman andavallara dert oluyor. Ulu manitu başka dert vermesin. Bunlara kalsa üstümüze çuval geçirip ayağımıza ezilmiş pet şişe bağlamalıyız. Sanırsın Küba’da yoldaşlar ayakkabı giymiyor. Sosyalist dediğin zaman akıllarına yeşil parkalı, sigara içen, bira içen, halay çeken stereotipik bir profil geliyor. Valla sigara hiç içmem. Alkol, sosyal içiciyim. Halay desen düğünden düğüne. Vatanî görevimi Los Angeles Ziraat Bankası Şubesi’nde yaptım. Bekârım.

Diyeceğim, hepimiz bu sistemde mecburen yaşıyoruz. Bize bir seçenek sunulmadı. Hatta halkın olanlar da zorla elimizden alındı. Dolayısıyla ne kullansak A ya da B markası olacak. Bir şeyin kalitelisini alınca kapitalist olunmadığı gibi ucuzunu veya yerlisini alınca da sosyalist olunmaz. Rock’n Coke’a söylenip tombul şişe sponsorlu festival yapınca da sorun çözülmüş olmuyor. Paranın Muhtar Kent yerine Tuncay Özilhan’a gidiyor olmasının bizim için büyük bir önemi var mı? Bence yok. Kaldı ki bir malın ucuzunu/kalitesizini alıp belki iki yılda bir değiştireceğine kalitelisini alıp uzun süre kullanarak tüketim harcaması azaltılabilir bile. “Kaliteli” derken birinci leydimizin mağaza kapatarak alışveriş yaptığı, 3000 dolara ayakkabı satan Christian Louboutin’den bahsetmiyorum tabii. Ya da 300 dolarlık Michael Kors modellerinden de…

Herkes cebindeki paranın üç bölü beşini mevcut fiyatlar altında kendince mantıklı bir şekilde kullanmaya çalışıyor. Zaten tüketim sepetimiz büyük oranda tarihsel ve bölgesel koşullar tarafından belirleniyor. Tüketimciliği elbette azaltmalıyız; ne satın aldığımıza, ne yediğimize, ne içtiğimize dikkat etmeliyiz. Lahmacun ve kokoreç serbest. Fakat ne kadar olursa olsun, en nihayetinde, aldıklarımız A ya da B kapitalist şirketinin ürünü olacak. Bu hususta fazla seçeneğimiz yok.

Çizgiyi nereye çekelim?

Buraya kadar tamam(dır umarım). Ama zurna bu noktadan sonra zırt diyor. “Madem Converse giyebiliyoruz, o zaman kafe de açalım, ne var bunda?” Tamam, öyle ya da böyle bir çift ayakkabı giyeceğiz; ama ayakkabı almaktan kapitalist olmaya nasıl atladık bir anda? Kaliteli bir ayakkabı satın almak ile kafe sahibi olmak arasındaki fark resmen bütün kapitalizm.

Hayır, bir mantığı da yok. Yani ahlaki ve ideolojik kaygılarımız yoksa bile saçma bir plan. Her yer kafe zaten. Rotasyonun en yüksek olduğu sektörlerden biridir kafe/restoran sektörü (açılın ben doktorum; ekonomi doktoruyum). Dükkanların yüzde 80’i ilk yılı, yüzde 90’ı ikinci yılı, yüzde 95’i beş yılı tamamlamadan kapanıyor. Yani orta vadede hayatta kalma ihtimaliniz yüzde 5. Nasıl bir gizli konseptiniz var da o yüzde beşlik dilime gireceğinizi düşünüyorsunuz? Bunlar kısmen liberal ideoloji ve kişisel gelişim kitaplarının pompaladığı dayanaksız özgüvenin bir sonucu. Aslansın, kaplansın, Bill Gates yaptıysa sen de yaparsın, yedi adımda CEO olursun, 10 adımda köşeyi dönersin… Veriyorlar gazı millete; sonra devren kiralık kafe…

Peki çizgiyi nereye çekeceğiz? Emin değilim. Zira otorite de değilim (zira mı, zira nedir?). Sadece “Düzce belediye başkanının lüks makam aracı” gibi bize pek bir şey katmayan gündelik siyaset haberlerinden bıkanların kafalarını kurcalayan ilginç konuları yazılı düşünüp tekrardan tartışmaya açıyorum.

Plazada çalışmaktan bunalan beyaz yakalıların aklına gelen ilk şey neden “işletme sahibi olmak” oluyor? Herkes kafe açayım, butik otel açayım, soğuk sıkım zeytinyağı üreteyim, organik bira üreteyim diye düşünüyor da neden kimse organik bira kooperatifi kurmayı düşünmüyor mesela? Aklımıza bile gelmiyordur muhtemelen. Kapitalist ideoloji duygularımızı ve hayallerimizi öylesine istila etmiş ki insan gibi yaşamak için kapitalist olmaktan başka bir seçeneği tahayyül dahi edemiyoruz. Sistemin bize sunduğu çerçevenin dışından düşünemiyoruz (framing effect). İşte ideoloji budur.

Tamam, çok kısa vadede sosyalizm bir seçenek değil belki ama bunu argüman edip “nasıl olsa kapitalizmde yaşıyoruz, o zaman kafe açalım” fikri, en azından bizim cenah için konuşacak olursak, bana doğru gelmiyor. Kaliteli ayakkabı giymek ile kapitalist olmak arasında seviye farkının ötesinde sınıfsal kategori farkı var. Kırmızı çizgimiz, bana kalırsa, buraya çekilmeli. Büyük şehir hayatından bunalmak anlaşılabilir. Dolayısıyla köye, kasabaya ya da küçük bir şehre yerleşme fikrine yüksek bir itiraz getiremeyiz belki. Ama bunu kafe veya otel açarak yapmak, yani “mücadele ettiğimiz şey” haline gelmek, biraz fazla değil mi sizce de?

Biz insanca yaşamayı hak mücadelesi yaparak elde etmeliyiz. Hayallerimizi işçilerin emeklerini sömürmek ve kestirme yollarla köşeyi dönmek üzerine kurmamalıyız. Küçük burjuva olarak değil, sendikalaşarak mücadele etmeliyiz. Şahsa özel işletme açarak değil, işçi kooperatifleri, tarım ve hayvancılık kolektifleri kurarak çalışmalıyız (Fethiye Refikler Çiftliği’ndeki arkadaşlara selam olsun). Kamucu, katılımcı ve demokratik bir siyasi anlayışı benimsemeliyiz. Durmak yok, mücadeleye devam!!