Plazalardan Ege köylerine uzanan bohem burjuva hayatlar…

Plazalarda çalışmanın eski havası kalmadı. Bir kuşağı kurumsal kültür, yaratıcı düşünce, inovasyon, sinerji ve takım çalışması gibi vızvız kelimelerle yediler. Şimdi bu camekân binalarda sıkışan herkes sigara molasında, serviste veya toplantı esnasında küçük bir sahil kasabasına yerleşmenin hayallerini kuruyor.

Çünkü kapitalizmin vaatleri boş çıktı. Çalışarak zengin olamayacağınızı kabullendiniz. Hadi zengin olamadınız bari mesut olun, bahtiyar olun. Onları da olamadınız… Hayatınızı saçma sapan işlerde çalışıp ölmeyi bekleyerek geçirdiğinizi düşünmeye başladınız.

Asgari ücretin üzerine konan 1500 lira için boşuna yediniz birbirinizi iş görüşmelerinde. Zira o 1500 liranın gerçek ihtiyaçlarınıza değil beyaz yaka statüsünü sürdürmek için yapılan gömlek, elbise, ütü, beyaz eşya, pahalı öğle yemeği ve taksi harcamalarına gittiğini fark ettiniz. Yani, kısır bir döngü içinde, sizi beyaz yakalı yapan şeyleri satın almak için beyaz yakalı olduğunuzu…

Gel zaman git zaman içinizdeki isyankâr ruh kabarmaya başladı ve bu çarktan nasıl kurtulacağınızı düşünmeye başladınız. Uluslararası ilişkiler mezunu olarak tornacıda çalışacak haliniz yok. Akademik kariyer trenini de kaçıralı çok oldu. Plazadaki kibrit kutusu kadar hücrenizde sıkışıp kaldınız…

Bu ahval ve şerait içinde, kapağı Avrupa’ya atmak kolay olmadığından Ege’de küçük bir sahil kasabasına yerleşmek kulağınıza daha makul gelir. Böylece sistemden uzaklaşabileceğinizi düşünürsünüz. Bu fikir sadece apolitik beyaz yakalılara değil, yavaş solculara bile cazip gelir. Hak vermiyor değilim; gerçekten de çekilir şey değil bu metropol hayatı, ben de zor çekiyorum. Fakat köye ya da kasabaya yerleşmek aslında politik bir tercih de içeriyor.

Yeni nesil kavimler göçü

Çok satan gazetelerin kalın hafta sonu eklerinde çıkan röportajlardaki kentten köye bireysel göç hikâyelerini okuyunca iki şablon görülüyor:

Bir… Cihangir, Asmalı Mescit, Moda ya da Karaköy gibi “hip” muhitlerde gurme pastanesi, antik guntik lokantası, butik kahve dükkânı vs. olan küçük işletmeciler… Üniversite mezunu, belki plazalarda tutunamamış, yurtdışı tozu yuttuktan sonra biraz baba parası biraz kendi birikimiyle kendine küçük bir mekân açmış. İşler rayına oturduktan sonra da “çok sıkıldım bu gri şehirden” tripleriyle Ayvalık’a yerleşme kararı almış. Ama dükkânı da kapatmamış. Başına koymuş birini; her ay güzel para geliyor. Hatta Ayvalık’ta bir piyasa yoklaması yaparak organik zeytin, zeytinyağı, kekik, çam balı ve limonun membalarını da bulmuş; köylüden ucuza alıp İstanbul’daki dükkâna yolluyor. Uzaktan bakınca Woodstock’tan fırlamış hippilere benzeyen, saç sakal birbirine karışmış, kolunda kartal dövmesi, kulağında küpesiyle küçük bir sahil kasabasına yerleşmiş asi bir muhalif portresi çiziyor. Halbuki küçük burjuva… Sistemin ve sömürenin küçük ölçekteki versiyonu. Fazla uğraşmadan işi büyütüp zincir olabilse hiç kaçırmayacak. Nusret ya da Jeff Bezos olmaya hayır demez.

İki… Şehirde herhangi bir üretim sermayesi olmayan ama köye/kasabaya yerleşip orada küçük bir “start-up” ile bir işe girmeye çalışanlar… Yurtdışında yüksek lisans, bankalarda orta düzey yöneticilik ya da ajanslarda reklam/pazarlama müdürlüğü yapmış. Aileden kalma bir evi, kendi aldığı bir arabası ve 8-10 yıllık bir tasarrufu var. Tüm bunları bozdurup gurme bira, soğuk sızma zeytinyağı ya da organik sabun üretmek için, misal, Muğla’ya yerleşmiş. İşin başına biranın alkolünü, zeytinyağının asiditesini tutturabilen bir gıda mühendisi koyup yanına da köyden 10 işçi ayarlamış. Kendi de İstanbul’dan müşteri bağlamakla uğraşıyor. Uzaktan bakınca radikal bir karar verip şehir kalitesini bırakarak köye yerleşen çılgın genç… Halbuki adam manzaraya karşı “organik” KOBİ kurmuş, paraya para demiyor.

Tabii bir de köye yerleşip iptidai şartlar altında, bir işletme açmadan, kendine yetecek kadar bahçecilik yapıp yaşayanlar da var. Belki takas usulü alışveriş yapmak için fazladan üretseler de herhangi bir ticari kaygı gütmüyorlar (C-M-C’). Fakat bahçecilik öyle sanıldığı kadar kolay bir iş olmadığından, ek gelir gelmeden bu hevesini uzun yıllar sürdürebilen oldukça az.

Kartal dövmeli kapitalizm

Plazada çalışıp da öğle yemeğinde “kız ne var ne yok satalım, Alaçatı’da butik otel açalım” muhabbeti yapanlara rastlamayan yoktur. O kadar ki internette “beş parasız butik otel nasıl açılır” diye blog yazıları dahi var, cidden. Ya da kurumsalda çalışan klasik bir reklamcı isyanı olarak: “bıktım bu Hande Hanım’ın kaprislerinden, en sonunda istifayı basıp sevimli bir kafe açacağım vallahi.” Ya her yer kafe zaten… En yakın arkadaşların bile açılışa gelir, sonra Starbucks’a giderler. Bir yıl geçmeden cama “devren kiralık kafe” ilanını asma ihtimalin yüzde 80.

“İnsanlar bu sömürü düzeninden kurtulmanın yolunu sömüren tarafa geçmekte buluyorlar. Maalesef solda bile aynı muhabbet var. Beşiktaş çarşıda, işletmecisi sol görüşlü olan birçok dükkan var. En nihayetinde herkes gibi onlar da kâr edip büyümeye çalışıyorlar. Çünkü sen büyümezsen yan taraf büyüyüp seni saf dışı bırakacak. Kötü niyetli veya iki yüzlü oldukları için değil, kapitalist sistem böyle işlediği için (“invest or die”). Çoğu “valla ben iyi patron olmaya çalışıyorum ama bu işler böyle, ne yapalım” deyip işin içinden çıkıyorlar.”

Kapitalizm, kartal dövmesi ve motosiklet kaskıyla ambalajlandığı zaman kapitalizm olmaktan çıkmıyor. Apolitik beyaz yakalıların sınıf mücadelesinin ne tarafında olacaklarını pek düşünmedikleri aşikâr. Fakat kafe açarak sistemden çıkılmaz, aksine, daha da içine girilir. Sümerbank’ın olmadığı bir dünyada aldığınız bütün kıyafetlerin bir markası olacaktır, üstümüze çuval geçirip gezecek halimiz yok. Ama, çok istisnai durumlar haricinde, bir burjuva olmanın bir zorunluluk ya da çaresizlik olduğunu düşünmüyorum. Kimse kapitalist sömürü düzeninde çalışmak istemez; ancak bundan kapitalist olarak çıkmaya çalışmak, en azından bizim cenah özelinde konuşacak olursak, doğru bir karar değilmiş gibime geliyor.