Polisiye romanın zaten özüdür katilin kim olduğu. Fakat eskiden toplumsal olaylar yoktu, soyutlanmıştı. İnsan odaklı değildi polisiyeler. Ayrı bir dünya gibi kaçış edebiyatıydı. Şimdiki polisiyeler tamamen insan odaklı.

Polisiyeler artık insan odaklı

MUSTAFA KÖMÜŞ

Son dönemde polisiye edebiyat ülkede ciddi bir yükselişte. Bunda önemli bir payı olan ve önemli bir okur kitlesine ulaşan Çağatay Yaşmut geçen haftalarda üç öyküden oluşan Benim Canım Ailem isimli kitabını yayımladı. Kitapla aynı adı taşıyan Benim Canım Ailem, Yabancılar ve Can Sıkıntısı isimli üç öyküden oluşan kitabında Yaşmut, ensest ilişki, töre cinayetleri, sınıfsal çelişkileri kapitalizmin yarattığı yalnızlaşma duygusu, işsizlik gibi birçok toplumsal soruna değiniyor. Öte yandan baş karakteri Başkomiser Galip’i de biraz uysallaştırıyor. Yaşmut ile kitabı ve polisiyeyi konuştuk.

► Bir önceki kitabınızla ilgili konuşurken, polisiyeyi toplumsal meselelerle anlatmak istiyorum demiştiniz. Burada üç öyküde de toplumsal meselelere giriyorsunuz. Nedir bunun sebebi?
Toplumsal meselelere giriyorum çünkü son zamanlarda olup bitenleri kendimce mesele haline getirmeye başladım. Bunları da okura paylaşmak istiyorum. Bir çözüm mü sunuyorum, hayır. Fakat bazı olanları da gözler önüne sermek istiyorum. Kaldı ki, günümüzde polisiye edebiyat da bu anlama geldi. Katilin kim olduğu polisiyelerde pek ilgi çekmiyor artık. Yaşadığı ülkedeki bir şeyleri görmek istiyor okurlar. Biz de polisiye yazarları olarak toplumsal romanın yerini aldık. Bu yüzden ben sosyal meselelere eğiliyorum.

► Üç öykü de toplumsal meseleleri anlattığı kadar aynı zamanda ‘Katil kim?’ öyküleri. Bu, sürekli deneyeceğiniz bir tarz mı olacak?
‘Katil kim?’ sorusu polisiyenin olmazsa olmazı. Onu çıkardığımızda o artık polisiye romanı olmaktan çıkar. Fakat Agatha Christie’ler gibi direkt ona yoğunlaşmıyoruz. Toplumsal olaylara da giriyoruz. Polisiye romanın zaten özüdür katilin kim olduğu. Fakat eskiden toplumsal olaylar yoktu, soyutlanmıştı. İnsan odaklı değildi polisiyeler. Ayrı bir dünya gibi kaçış edebiyatıydı. Şimdiki polisiyeler tamamen insan odaklı ve bunun yanında ‘Katil kim?’ konusundan vazgeçemeyiz.

► İlk öyküde ensest, töre cinayetleri gibi konuları ciddi bir şekilde işlemişsiniz. Bunların sizde uyandırdığı etki nedir?
Ensestten tiksiniyorum. Biz bu olayları basından öğreniyoruz ve belki de bunlar yalnızca buzdağının görünen kısmı. O kadar çok var ki… Bu sadece belli bölgelere, eğitimsiz kesimlere özgü bir şey değil. Eğitimli kesimde de olan bir şey. Maalesef böyle. Tiksindiğim için sık sık dile getiriyorum. Yeni romanımda da bunlardan bahsedeceğim. O haldeyim ki, bu olay travma oldu bende artık. Ensest ilişkiler özellikle kırsal kesimlerde saklanıyor. Çünkü onu yaşayan kadın, kız çocuğu bunu söylerse, ölümle tehdit ediliyor. Zaten aile içinde şiddet var. Bir de bu olay yaşanınca travma oluşuyor. Töre cinayetleri de ensest olayları kapatmak adına kullanıldı öyküde. Ama tabii töre cinayetleri de hâlâ devam ediyor.

► Bu hikâyede biz Galip’i ilk defa İstanbul’un dışında (Kars’ta) gördük. Bu beni çok şaşırttı. Galip’i biraz yormuşsunuz bu sefer.
Orada tarif ettiğim binalar vesaire hep hayalim. Kars’ın görüntülerini çok seyrettim. Kars’ı anlattığıma memnunum. Kahramanımı biraz daha akıllı yaptım. Kalkıyor, üşenmiyor, gidiyor ve cinayeti çözüyor. Çünkü cinayeti çözeceğini sezdi. Cinayetleri bir kadın işliyor ama kim olduğu belli değil. Aileye düşman bir kadın da yok. Dolayısıyla Kars'la ilgili bir şey olduğunu sezdi. O yüzden kalkıp gitti. Zeliha’nın yaşadığına dair çok fazla ipuçları da yoktu.

► İkinci öyküde katillerin bir anlaşması var. Değişik bir tarz denemişsiniz.
Patricia Highsmith’in Trendeki Yabancılar romanı başucu kitabımdır. O roman beni çok etkilemişti. Bir de Woody Allen’ın Maç Sayısı filmi beni çok etkilemiştir. Sevgilisini öldürmek için önce karşı komşusunu öldürüyor. O da beni çok derinden etkilemiştir. Buna benzer bir şey yapayım ama aynısı olmasın istedim. O zaman üçlü versiyonuyla bunu kurdum. Bunları nerede birleştireceğimi düşündüm ve Fenerbahçe-Galatasaray maçında yalnızca bir araya gelebileceklerine karar verdim. Bunların bir araya gelmelerine uygun başka bir mecra da olmayacak, çünkü cinayet işlenmiş. Yalnızca futbol fanatikliği onları bir araya getirebilirdi.

polisiyeler-artik-insan-odakli-685752-1.

► Bir Kadıköylülük, Fenerbahçelilik var. Galip’e cinayeti çözdürecek düzeyde etkenler var. Orada tribün arkadaşlığına da değiniyorsunuz.
Benim üç dört sezon kombinem vardı. Alıyorum kombineyi, yanıma sürekli aynı kişi oturuyor. İster istemez o insanlarla bir muhabbet gelişiyor. Bu tek maçlık olsaydı çok saçma olurdu, zorlama olurdu. Ama bu insanlar yıllardır hep aynı yerde bilet almışlar.

► İkinci öyküde benim dikkatimi çeken bir baba oğul çelişkisi üzerine kurulan psikolojik bir kısım var. Türkiye’de de babayla erkek çocuk anlaşamaz algısı vardır. Burada da bunu görüyoruz.
Öyledir ama. Elbette istisnalar var ama genellikle erkek çocuk anneye düşkündür derler. Kız çocuğu için de babaya düşkündür derler. O olay da benim gördüğüm ve şahit olduğum bir olay. Aynı mahallede oturduğumuz bir ailenin yıllar önce yaşadığı bir olayı aldım ve kurguladım. Çocuğun evi terk etmesi, kız uğruna malı mülkü bırakması, aileyi reddetmesi oldu. Daha sonra onlar barışmıştı ama burada baba evine döndü. Çok sık rastlıyoruz. Bir de işin içinde zenginlik varsa, baba zenginse, bunu oğluna koz olarak kullanabiliyor. Mirasından mahrum bırakabiliyor. Bu öyküde de bunu çok net bir şekilde gördük. O çelişki üzerine bir şeyler karalamak istiyordum. Bu öyküye nasip oldu.

KAPİTALİZM İNSANLARI YALNIZLAŞTIRIYOR

► Üçüncü rekabetçiliği görüyoruz. Burada kapitalizmin bize gösteren çok güzel kısımlar var. Karakterimiz hep başkalarına bir şey olsun istiyor. Bu işin altından birlikte kalkmak gibi bir düşüncesi yok. Kime ne olursa olsun, bana bir şey olmasın mantığıyla hareket ediyor. Bunu çok sık gözlemliyor musunuz çevrede?
Benim de başıma geldi bu. İşten çıkarılma sahnesi birebir aynıdır. Yedi sene önceydi. Çalıştığım yerde aynısı yaşandı. Hepimiz çıkarılacağımızı biliyorduk. Ondan sonra şunu gördüm ki kimse kimseye yardım etmedi. Biz hâlâ görüşürüz ama ‘Gel, ben sana iş buldum. Ben girdim, yanıma seni de alayım’ gibi bir şey söylenmedi. Herkes kendi başına kaldı. Ben ondan sonraki iş hayatımda savaşlarımı hep kendi başıma verdim. Biraz onu yazmak istedim. Oradaki adamın tabii psikolojisi bozuk. Can sıkıntısı onun boğazına yapışmış durumda. Benim de zaman zaman tabii ki canımı öyle sıktığı anlar olmuştu. Ama hiçbir zaman birilerini öldürmek aklımın ucundan geçmedi. Kapitalizm, tabii ki insanları yalnızlaştırıyor. Can ciğer olduğunuz insanlar bir mevki uğruna düşman oluyorlar birbirlerine. On sene aynı masada, yan yana çalışmışlar. Birisi şef olmuş, öbürü olmamış diye birbirlerine düşman oluyorlar. Her şeyi siliyorlar. Kapitalizmin insanlara vermiş olduğu travmalar bunlar. Yükselecek de ne olacak? Bizim şirkette de oldu. Yükseldiler, bizden iki sene sonra da onlar işten çıkarıldı.

► Bir can sıkıntısı hastalığı var karakterde. Çok acayip şeyler yapıyor. En sevdiği insanlara bir anlamda zarar veriyor, öyle değil mi?
Aslında sarhoşlara zarar veriyor. Dayak yediği insanı öldürüyor ilk önce. Sahte içki veriyor. Dayak yediği için böyle bir şey aklına geliyor. Annesinden mesela sıkılıyor biraz ama bir o kadınla beraber oluyordu, zaten o vardı olayda da. O olmasaydı yakalanmayacaktı. Cinayetin de tadını alıyor. Çünkü sıkıntısı geçiyor. Kendini düşünüyor. Canı mı sıkıldı? Tamam artık gerisi hiç önemli değil. Öte yandan yakalanmıyor da. Çünkü çok emniyetli. Sahte içkiyle öldürmek hakikaten kimsenin aklına gelebilecek bir şey değil. Böyle yapıyor ve yakalanmayacağını zannediyor. Tabii o açıkları verinceye kadar…

OKURLARI ÖNEMSİYORUM

► Galip’e dönecek olursak, bu öykülerde biraz uysallaşmış.

Evet çünkü ben okurlar��n dü��üncelerine çok önem veriyorum. Kadınlara davranışları, maçoluğu konusunda eleştiriler aldım. Galip seviliyor fakat tavırları ve bilgiye olan düşmanlığı sevilmiyordu. Şimdi ufak ufak Galip’i törpülemeye başladım. Yeni romanda da epey değiştireceğim onu. Belki evlendirebilirim bile. Bu sefer çok ciddi bir sınavdan geçecek. İkinci öyküde Oya aslında epey bir rol aldı, Galip’e rol gösterdi. Oya’yla ilişkisi var fakat Oya bipolar hastası. Çok depresif dönemleri de oluyor yerinde duramayacak kadar mutlu olduğu dönemleri de. Şu anda yeni romanda Galip onun depresif dönemine denk geldi. Ve Galip, onu hayata döndürmek için uğraşıyor. Galip onun yeniden intihar girişiminde bulunmaması için elinden geleni yapacak. Galip’in insani yönünü göreceğiz, işini gücünü bırakıp Oya’yla uğraşacak.

► Siz gerçek hayatınızdaki deneyimlerinizden bazılarını kitaplarda kullanıyorsunuz. Özellikle bir gözlem mi yapıyorsunuz?
Onlar zaten benim zihnimde bir yerlerde duruyor. Ben romanı yazarken, bir sonraki romanda hangi sahneyi yazacağımı, ne yazacağımı planlıyorum. Onlar zihnimden çıkıyorlar, bana geliyorlar. Gözlem çok yapıyorum. Sırf bu yüzden hiç araba kullanmıyorum. Metro ve otobüslerle seyahat ediyorum. Hiç de telefona bakmam. Hep insanları, çevremde olup bitenleri gözlerim. Onları kafama yazarım, eve gidince de not alırım. Bunun yazar için iyi bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Yıllarca Türkiye’yi dolaştım, Van’a kadar gittim. Kültürleri gördüm, tanıdım. Onları da kullanıyorum. Anadolu çok başkadır, şehirli insanına benzemezler. Misafirperverlerdir. Hayatımdan bir şeyleri tabii ki kullanıyorum ama bunu her yazar yapar. Ne kadar kurgu da olsa hayatımızdan bir şeyleri yazıyoruz illaki oraya.