Politik cinayet, iki sıradan sözcüğün yan yana geldiği basit bir ifade değil kuşkusuz; toplumsal hayata derin etkileri olabilen bir siyasal müdahale aracıdır. Bu etkiler nedeniyle akademik ve politik literatürün ilgi alanına girmiştir ve sosyolojinin konusu olması da buradan gelir.

Cinayetlerin “politik” olmasını sağlayan şey elbette sadece politik amaçlarla işlenmiş olmaları değildir. Yol açtığı sonuçlar bakımından da böyledir. Bir politik kültürün/düşüncenin taşıyıcı kitlesini ortadan kaldırma girişimleri tarihte her zaman yaşanmıştır. Modernizm ise bu tarihsel olguyu, kendi araçlarını da içerecek şekilde yeniden kurmuştur. Modernleşme sürecinde bir ‘iç düşman’ diye nitelenen bir sosyal kategori yeniden inşa edilmiş ve ona karşı her türlü şiddeti meşrulaştıran bir dil ve siyaset üretilmiştir. 19. ve 20. yüzyılın büyük ölçüde politik cinayetlerle anılması esas olarak bu yeni durumla ilgilidir.


‘İç düşman’ın inşası ve onu imha etme üzerine kurulu ve fakat hukuki olmayan bu modern pratik her yerde kendine özgü siyasal-toplumsal sonuçlar üretmiştir. Fakat bu hukuk dışılık veya yasadışılık durumu, sistemsel ilişkileri nedeniyle genellikle sorgulanmamıştır. Dahası sorgulanmaması gerektiği yönünde adeta bir mutabakat oluşturulmaya çalışılmıştır. Hemen her coğrafyada modern devletlerin başvurduğu ama görünmez işlerinden birisi budur.

Ne var ki görünmezlik politikası ve sistemsel bağların sorgulanmaması gerektiği yönündeki örtük mutabakata rağmen, söz konusu pratiklerin ortaya çıkardığı sosyolojik sonuçları sistem telkinleriyle engellemek olanaksızdır ve böyle de olmuştur. Zira politik cinayet deneyimleri her zaman ve her yerde bir mağdur kitle bırakmıştır. Hatta denilebilir ki politik cinayetlerin en önemli sosyolojik sonucu bir tür yaralı toplum inşa etmiş olmasıdır. Üstelik bu yaralı olma hali toplumsal bellek aracılığıyla sonraki kuşaklara aktarılarak her zaman güncel kalması mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla yarasını iyileştirme çabası ve arayışları da daima gündemde kalmıştır.

Türkiye’nin yakın toplumsal-siyasal tarihi ne yazık ki bu bağlamda pek çok olumsuz deneyimle yüklüdür. Bunların ne kadarının “sivil”, ne kadarının sistemsel bir bağa sahip olduğu elbette ayrı bir bağlamda önemlidir. Ama görünüşe göre bu deneyimler modernleştirici politikaların doğasına uygun olarak genellikle sistemle ilişkili bir manzara sunmuştur. Ama deneyimlenme biçimleri ve yarattığı sosyolojik etkiler çok daha baskın bir öneme sahiptir.

Erken Cumhuriyet yıllarının sistem içi ve (mesela Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi olayında olduğu gibi) sistem dışı örneklerinden başlayarak politik cinayetler geleneği aktif bir pratik olarak adeta istikrarlı bir şekilde devam etmiştir. Hatta 1970’li ve bilhassa 90’lı yıllarda büyük ölçüde alenileşmiş ve olağanlaşmıştır. Bugün bazı resmi belgelerde de görüleceği gibi, bu süreçteki politik cinayetlerde sistemsel bağ daha net okunabilmektedir.

Başka coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye’de de politik cinayetler deneyimi tarihsel ve siyasal olduğu kadar ve hatta onlardan daha fazla kendine özgü sosyolojik sonuçlar üretmiştir. Farklı yıllara yayılmış olarak neredeyse her şehrin bu olumsuz deneyimlere dair hala sorgulanmamış öyküleri vardır. Sorgulanamazlık mutabakatı ne yazık ki hâlâ yürürlüktedir. Bu yüzden belki bir gün onarılabileceği tahayyül edilen yaralar, her daim taze kalmaktadır.

Elbette politik cinayetlerin mağdurları ve cinayetlerin biçimleri arasında herhangi bir hıyerarşi kurulamaz. Her deneyimin kendi dönemi/bağlamı içinde az ya da çok yıkıcı etkileri olmuştur. Fakat politik cinayetlerin öyle örnekleri var ki sadece belirli toplumsal kesimleri değil, hemen tüm toplumu etkilemiş; ölçeği yüksek bir sosyolojik sarsıntı yaratmıştır. Zira bu cinayetlerin hedef aldığı şey gerçekte bir bedende cisimleşmiş toplumsal vicdandır. Bu yüzden uzun yıllar ülkenin, toplumun ve hatta yapanların yakasına yapışık olarak kalır. Hrant Dink’in katledilmesi tam olarak bu tür politik cinayetlerin bir örneğidir.