Tekin Yayınevi’nden çıkan Politik Felsefe Nedir kitabının hem derleyeni hem de yazarlarından birisi olan İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi M. Ertan Kardeş ile konuştuk.

Politik felsefe adaletsizlik durumlarına dair bir sorgulamadır

CAN UĞUR

‘Politik’ ve ‘felsefe’ kavramları gündelik yaşamlarımızın bir parçası olmasa da gündelik yaşamlarımızı dönüştüren eylem ve söylemlerde belirleyici oluyor. Bu her zaman açık biçimde olmasa da tartışılır bir mesele olma özelliğini koruyor. Geçen günlerde Tekin Yayınevi’nden çıkan "Politik Felsefe Nedir" kitabı da bu sorulara yanıt verme arayışında. Kitapta hem tarihsel ve hem de epistemolojik bağlamda önemli çalışmalar yer alıyor. Ancak felsefe kavramının çoğu zaman tu kaka edildiği, ‘politik’liğin ise genelde olumsuz çağrışımlar yaptığı ülkemizde bu alana dair birçok çalışmanın yapılmasının gerekli olduğu su götürmez bir gerçek. Biz de kitabı derleyen isimlerden M. Ertan Kardeş ile kitaptan yola çıkarak kafamızdaki sorulara da yanıt arayan bir söyleşi gerçekleştirdik.

Kitabın isminden başlayalım dilerseniz. Giriş yazınızda ‘Politik felsefe’ isminin politika ve felsefe isimlerinin basit birer toplamından öteye anlam ifade ettiğini söylüyorsunuz. Burayı açar mısınız?

Politik felsefe, bir “teori” kurma arayışı değildir. Doğuşundan itibaren felsefe, kendi koşullarını politik olarak hazırlamıştır. Kitapta bu yüzden sıklıkla “felsefe ya da politik felsefe” terimi kullanılmaktadır. Felsefe bir etkinliktir. Nasıl bir etkinlik? Felsefe, dünya sorunları karşısında bir etkinlik olarak değil, dünyada ve dünya önünde bizzat düşünce ve onun eylemiyle eleştirel bir etkinlik olarak belirmektedir. Felsefenin, “kendi” sorunları olarak saptadıkları dışında, ayrıca “dünya sorunları”nı el yordamıyla düşünmeye davet eden tavrının artık sürdürülemeyeceğini söyleyebilirim. Aksine kitapta politik felsefenin görevlerinin, felsefenin görevlerinden ayırt edilemeyecek bir yönelimle belirginleştiğini ortaya koyma amacı güdüldü. Kısaca, kitaptaki yazımda politik felsefenin iki anlamı üzerinde durdum. Birincisi bir felsefe yapma stratejisi olarak politik felsefe. İkincisi ise felsefenin politikliğini ve politik-olanı düşünen bir etkinlik olarak politik felsefe. Sorunuz bağlamında bu ikisi arasında keskin ayrım yapmaya ve iki dünyalı bir düşünme tarzı üretmeye karşı çıkılıyor. Bu anlamlar arasında sarmallar oluşturarak felsefe ve politiklik ilişkisinin belirleyiciliği ortaya konulmaya çalışılıyor.

Siyaset felsefesi teriminden ayrımın altını çiziyorsunuz kitapta. En genel anlamıyla nedir bu ayrım?

Öncelikle “siyaset felsefesi” adı altında eleştirilen, felsefenin hiyerarşikleştirilmiş bölümleri arasına sıkıştırılan ve bilgi düzeyi olarak daha düşük bir kategoriye tekabül ettiğine inanılan bir felsefe tarzının “siyaset” ile olan ilgisidir. “Politikanın” felsefesinin yapıldığı felsefeye, politik felsefe adını vermemekteyim. Felsefeyi teorik ve pratik olarak bölen ve felsefenin pratik alanlardaki becerisini “teorik” kısımlarındaki üretimleri üzerinden işlemeye çalışan bir felsefe anlayışının artık kullanılamayacağını düşünüyorum. Politik felsefe hem felsefeyi kendi koşuluyla birlikte düşünmeyi zorunlu kılar hem de felsefi olmayanı ve felsefede arızi kabul edilenin statüsünü sorgular. Politik felsefenin miras bırakılmış ve ısrarla korunması gereken bir formu ya da doktrini yoktur. Felsefenin politikliği, onu, felsefenin diğer alanlar üzerine temaşasından ayıran farkı güncelleyerek muhafaza etmektedir: Üzerine düşündüğü meselenin zorluğu ile içinde üretilen koşullarda saklı kalan düşünülmeyeni...

Tabii bir başka boyut ise devlet kavramının, “siyaset felsefeleri” için düşüncenin temel aksiyomuna dönüşmüş olması durumudur. Belki politika ve politik-olan ayrımları bu aksiyomu aşmak açısından ciddi bir iş görmektedir. Devleti ve kurumlarını arkhe olarak kabul ederek yola çıkan bir felsefenin "iyi" ve "adil rejim" sorusu, zaten düzeni olumlayan ve iyiyi idealize eden bir anlayış olacaktır. Politika kavramına kristalleştirilmiş bir öz tayin ederek onu düşünürken felsefeyi "meta-teoriye" dönüştürmek isteyen çabaya karşı, hakiki bir politik felsefe için arkhe sorusu hâlâ felsefenin temel sorusu olarak belirmektedir.

Kitabın tarihsel ve teorik eksenlere yayılan bölümleri var. Neyi temel alarak yaptınız bu kategorileri?

Aslında kitapta, yazarlar arasında bir uzlaşma aranmaya çalışılmadı. Daha çok politik felsefenin eleştirel ve paradoksal karakterine uygun olarak, birbirleriyle çatışan felsefi tavırlara yer verilmeye gayret edildi. Eğer politik felsefe etkinliğini hiçbir zaman bitmiş bir yapıya dönüşmeyen daimi bir şantiyeye benzetecek olursak, “tek doğru budur” ya da “her şey olur” anlayışlarının ötesinde şantiyede çoğu kez hafriyata girişmek gereklidir. Bu mevcut çalışmada ise şantiye çoğunlukla felsefe stratejileri ve meseleleri etrafında oluştu. Politik yargı ve yasa ilişkisi, polis ve politikanın kökensel anlamları, politika ve politik-olan ayrımı, teknik sorunu, teoloji politik bahsi, toplumsal bilinçlilik hali olarak felsefe, normativite, özgürlük ve kamusallık gibi konular ele alındı. Her bir yazı sunmuş olduğu kaynakçasıyla bağımsız bir okumaya da tabi tutulabilir. Tabii kitap her haliyle bu perspektifle sunulacak yeni kitapların habercisi konumunda.

‘Politik felsefe sadece politik şeyler üzerine bir soyutlama pratiği değil’ biçiminde bir önerme var kitapta… Bu önermeyle ne anlatmak istiyorsunuz?

Politik felsefe etkinlik olarak adaletsizliğin bilincidir. Herakleitos’u anımsayacak olursak: “Adaletin adı bilinmezdi, bu şeyler olmasaydı". Nedir bu şeyler? Adaletsizlikler. Bugün herkesin kanısı kendisine hakikat olmuş durumda. Adil-olana ve doğru-olana dair arayışı birbirlerinden ayırmak olanaklı görünmüyor. Adaleti çağırmayan, hakikat arayışını terk eden bir dünyada (belki de dünya hep böyleydi) felsefe, tahakküm düzeylerini ve onların üretim mantıklarını göstermeye çabalar. Tahakkümün üretim mantıklarının gösterilmesi aynı zamanda onların bozulmasına yönelik bir çaba olarak da anlaşılabilir.

Kitabınız içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin ne söylüyor?

Felsefe her şeyden önce bir kamusallık etkinliğidir. 21'inci yüzyıl ise kamusallığın erozyona uğradığı, kavramsal yaklaşımların eleştiriden yoksun bir şekilde araçsallaştırıldığı bir tarihsel uğrak olarak belirmektedir. İnsanların kitle içinde atomize bireylere dönüştüğü bir çağda, felsefenin temel görevlerinden biri de gündelik yaşamdaki çoklu yeniden üretimleri ve bu bağlamdaki zihinsel konformizmleri sorgulayabilir durumda olmasıdır. Tüm ihtiyaçlarını tüketim alanının çerçevesinde düşünen özel-insan kültü, aslında en temel insani kamusallık koşullarını bile düşünmekten kendini alıkoymuş bir yaşam biçimine işaret eder. Felsefe bu anlamda sadece herhangi bir analitik beceri ya da sorun çözme kapasitesi değildir; aksine insanın gündelik yaşamdaki tavrının ve eleştirisinin etkinliğidir.