Politik öykülerin yazılması gerekiyor
Sevtap Ayyıldız “Bu ülke darbeler gördü, çok gencini kaybetti. Adil, eşitlikçi bir ülke için devrim yapmak isteyen gençler asıldı. Toplumsal hafızamız zayıf. Politik öykülerin yazılması gerektiğini düşünüyorum” diyor.
Nilgün ÇELİK
SRC Yayınevi’nden çıkan Aylak Adamın Düşleri kitabı üzerine Sevtap Ayyıldız’la konuştum. Yazarı bu kitabından önce bir söyleşisinden tanıyordum. “Yaşama teyellenerek tutundum” diyen yazarı siz olsanız merak etmez misiniz?
İlk öykünüz Aynadaki Ev’de karakteriniz cansız nesnelerle duygusal bağ içerisinde. “İnsan kendi varlığından şüphe etmiyorsa neden gördüklerinin varlığından şüpheye düşsün?” diyen kahramanınız var. Bireyin kendine ve çevresine varlığı nerede başlar, nerede biter?
Öykü kahramanımın arabanın dikiz aynasından gördüğü evi anlatmasıyla başlar. Hayali bir ev. Belki de düşlerini kurduğu ev. Düşlediyse orada pekâlâ yaşayabilir. “İnsan kendi varlığından şüphe etmiyorsa neden gördüklerinin varlığından şüpheye düşsün?” Şimdi okuyunca felsefik bir cümle gibi duruyor. Yazarken felsefeyi işin içine katayım diye yazmıyorum. Ontolojinin temel sorusu varlık var mı ya da varsa ne sorularına yanıt aramıyorum. Kendiliğinden gelişiyor. Bu öyküde çok okuduğu ve sorguladığı için kafası karışmış bir kadın var. Doğursa, bir çocuğu olsa her şey düzelecek! Eşinin görüşü bu yönde. Kadın kendisini bir çocukla var edecek. 21. yüzyılda halen kocadan, babadan bağımsız kendini var edemeyen, kendini gerçekleştiremeyen kadınlar var. Potansiyellerini açığa çıkarmaları engelleniyor.
Sorunuzun yanıtı kitabın adında saklı olabilir. Aylak Adamın Düşleri; hepimiz aylak adamın düşlerinden ibaretiz. Dünyadaki varlığımıza kuşkuyla bakıyorum. Şüpheden besleniyorum, insan ne zaman kendi varlığı, hayatı, dünyası ile ilişkisi hakkında sorular sorup yanıtlar verebiliyorsa kendini bir yere konumlandırabilir.
Spinozalı Rüyalar öykünüzde felsefenin ağırlığını hissediyoruz. Bu öykünün Ulus Baker’e bir selam, bir vefa olduğunu düşündüm. Kahramanınızın Spinoza ile konuşması muhteşem ama aynı zamanda kurgunuz mülteci sorununa da değiniyor. Öykü ile felsefenin ilişkisi hakkında ne söylemek istersiniz?
Ulus Baker’in hayranı olduğu Spinoza ve felsefesini önemserim. Amacım Panteizm üzerine felsefi bir metin yazmak olmadığına göre kurgu kaçınılmaz. Mülteci sorunu yıllardır yazmak isteyip duygu sömürüsü yaparım diye vazgeçtiğim ama yazmadan rahat edemediğim bir şey.
Sanırım 2017 yazıydı, Asos sahilinde eşimle yürüyüşe çıkmıştık. Kayalıkların orada patlamış siyah bir bot gördük. Yukarıya doğru tırmandığımızda zeytin ağaçlarının altında düzleştirilmiş karton koliler, -belli ki üzerlerinde yatılmış- bebek bezleri, ilaç kutuları, giysiler, poşetlerde ekmekler gördük. Görüntü çok canımı acıttı. Bebekleriyle, çocuklarıyla yeni bir hayata doğru yol alırken ne gelmişti başlarına, karşı kıyıya ulaşabilmişler miydi? Biz denizin, güneşin keyfini çıkarırken onlar neler yaşamıştı? O günü, gördüklerimi unutamadım.
Sorunuza gelince, her ikisinde de dilin kullanımı önemli. Her ikisi de bir söz söyler; edebiyatın dili estetik kaygı güderken felsefenin dili daha yavan ancak derindir. Fikirler öyküler aracılığıyla somutlaşır. Niyetim felsefe yapmak değil ama felsefe zenginleştirir. Varoluşçuları okumaktan büyük keyif aldım.
Bir Rahip Bir Kadın öykünüz ilişkilere odaklı. Bir önyargının hesaplaşması var. Bir Balık ve Samet öykünüzde ise kahramanınız sanrı ile gerçeği iç içe yaşıyor. Onun da derdi ilişkiler ve yine insana dair. Empatinin önem taşıdığını düşünüyorum. Ne dersiniz? İlişkilerde ne yaralar insanı? Yaşam esnek olunca mı kolaylaşır?
İnsan tek başına, izole edilerek yaşamak zorunda kaldığında akıl sağlığını kaybedebilir. İnsanlarla iyi ilişkiler kurabilmek önemli. Toplum içerisinde var ediyoruz kendimizi, insan ilişkilerinde bazen başarılı bazen başarısız oluyoruz. Empati kelimesini sevmiyorum, kimse kendini diğerinin yerine tam anlamıyla koyamaz. Ancak hoşgörü gerekli, direk yargılamak yerine davranışının nedenini anlamaya çalışmak, önyargı yerine tanımaya çalışmak önemli.
Öykü yazmak da insanın kendi suskunluğu içerisinde iletişim kurmaktır. Kalabalıkları sevdiğimi söyleyemem, az ama çevremde vicdanlı, dürüst, gerektiğinde yalana başvurmadan kendini sorgulayabilen, kısaca insan olmanın bilincine varabilenler olsun yeterli.
Nehrin Şarkısı ve Kadının Sesi öyküleriniz sıralı öyküler. Siyasetin insan hayatını nasıl değiştirdiğinden, en yakınımızın bizi anlamadığında çok geç olabileceğinin altını çiziyorsunuz. Ve kaderimizin bilmeden kimlerle kesişebileceğinden. Etrafımız öykü kahramanları ile dolu mu? İnsanlarla bu anlamda nasıl ilişkiler sürdürüyorsunuz?
Öykü kahramanları her an yanımızdan yürüyerek geçebilir. Ancak “Nehrin Şarkısı” öyküsündeki Naciye karakteri kurgu. Bu ülke darbeler gördü, çok gencini kaybetti. Adil, eşitlikçi bir ülke için devrim yapmak isteyen gençler asıldı. Toplumsal hafızamızın zayıf olduğunu bildiğimden politik öykülerin yazılması gerektiğini düşünüyorum.
Sokakta, kafede, trende, çevremde gördüğüm insanlara hayatlar biçmeyi seviyorum. Öykü yazmak için insanlardan hikâyeler dinlemeye gerek yok, duyduğum bir kelime, bir cümle çağrışım yapıp öykünün ilk cümlesini yazdırabilir.
Aylak Adam öykünüzde diğerlerinden farklı mitolojik ve masalsı bir dil seçiyorsunuz. Hayal etmeyi, istemeyi vurguluyorsunuz. Mitolojiyle felsefenin ilişkisi hakkında ne söylersiniz?
Felsefeden önce mitoloji vardı. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyor, deniyor ki tanrı Zeus kızdı, oklarını gönderiyor. Mitler renkli ancak felsefenin ortaya çıkışında etkisi olmadı bildiğim kadarıyla. Thales sürekli gökyüzüne bakarmış, yürürken bile. İlk güneş tutulmasının zamanını biliyor, yaşadığı döneme bakarsak müthiş bir şey. Felsefe beni her zaman heyecanlandırırken mitoloji masalımsı bir dile yardımcı oldu.