İnsanla diğer canlıları aynı "varlık" kefesine koymak, insanın görev ve sorumluluklarını azaltmaz. Tam tersi, sorunların asıl üreticisi olarak çözüme kafa patlatması gereken insandır, zira ‘pratik-teori’ örüntüsünü üretme becerisine sahiptir, bu yanıyla diğer canlılardan kategorik olarak ayrılır

Politik tıkanıklıklar, pratik takıntılar

MURAT MÜFETTİŞOĞLU
mmufettisoglu@gmail.com

Söylenmesi gereken her şey çoktan söylendi. Ancak, kimse dinlemediği için her şey tekrar söylenmeli

*Andre Gide

Toplumsal yaşamı başından sonuna belirledikleri için bazı şeyler zamanla sınırlandırılamaz. ‘Emeğin’ sembolik karşılığı ‘1 Mayıs’ onlardan biridir.

Lenin’in, politik bakışa ilerici bir norm, politik mücadeleye işlevsel bir yöntem olarak kazandırdığı, ‘somut koşulların somut tahlili’ kimilerince neden göz ardı edilir? 1 Mayıs’ı belirli bir mekânda belli ritüellerle sınırlandırmak koşulları iyi tahlil edememekten mi kaynaklanır; yoksa, herkesin bildiği ‘acı gerçeğin’ ağırlığından kurtulamamanın sonucu mudur? 1 Mayıs’ın tarihsel anlamının ve sembolik değerinin korunması, 1 Mayıs’ın özünün de korunduğu anlamına gelir mi; yoksa, emekçileri sembollere, sloganlara ve ritüellere zorlayan şey, bizzat kendi etkinliklerine yabancılaştıkları ‘acı gerçeği’ midir? Eğer öyleyse, yaşam kurucu etkinlik demek olan ‘emeğin’, özellikle 1 Mayıs’ta, herkes tarafından, her yerde ve her boyutta, sokaklarda ve parklarda, neşeyle, keyifle kutlanması daha doğal, daha ‘kurucu’ değil midir?

‘Tıkanıklıklardan kaynaklanan takıntılar’, ‘takıntılardan kaynaklanan tıkanıklıklar’ bu sorulara gönül ferahlığıyla ve zihin açıklığıyla yanıtlar bulmayı zorlaştırıyor. Ancak denemekte yarar var. Hem, hayatta en fazla deneyimlediğimiz şey ‘denemenin’ kendisi değil midir? En güzeli ve en anlamlısı, ‘denemek’ ve ‘eylemek’ fiilleri yakın akrabadırlar.

Denemek ‘düşünmeyi’ tetikler; düşünce yeni denemelerin kaynağı olur; aralarındaki ‘etkileşim’, ‘insanın insanla’, ‘insanın doğayla’ bütünlüğünü koruma bilinciyle sürer gider. Bu etkileşimde güdüler de belirleyicidir, ancak etkisi bilinç kadar değildir. Etik açıdan insanla diğer canlılar arasında fark olmadığı, etkileşimin altına dip not olarak düşülmelidir. Aksi halde ‘bütünlük ve eşitlik matrisi’ tam kurulamaz; kurulan şey her ne ise, gelecekte yeni sorunların oluşumuna açıktır. Söz gelimi, ekolojik bütünlüğü, doğrudan demokrasiyi, yatay toplum modelini vb. programına almayan bir eşitlik ve özgürlük mücadelesi eksiktir; ‘temsiliyetin teslimiyet açmazını’, dolayısıyla, kronikleşen ‘meşruiyet’ sorununu çözmekten de acizdir.

İnsanla diğer canlıları aynı "varlık" kefesine koymak, insanın görev ve sorumluluklarını azaltmaz. Tam tersi, sorunların asıl üreticisi olarak çözüme kafa patlatması gereken insandır, zira ‘pratik-teori’ örüntüsünü üretme becerisine sahiptir, bu yanıyla diğer canlılardan kategorik olarak ayrılır. Marx’ın büyük eseri Kapital’deki analojiyi anımsayalım: "Bir arı, kovanını yaparken pek çok mimarı utandırabilir. Lakin en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey; mimarın yapısını inşa etmeden önce onu hayal etmesidir".

Arı, salt içgüdüleriyle hareket ederken, insan, işin içine gözlemi, akıl yürütmeyi ve nihayet yeni denemeleri katar. O halde şu soruyu da ‘deneme-düşünme’ yahut ‘pratik-teori’ etkileşiminin altına not etmekte yarar var: ‘Geleneğin’ büyük anlatılarından tamamen kopmadan ve fakat değişken koşullar karşısında geleneği sorgulamayı da ihmal etmeden, 1 Mayıs’ı toplumsal yaşama nasıl ‘mas edebiliriz’? Tek göz mağaradan çıkıp -ihtiyacına binaen- modern yapılar tasarlayan ve inşa eden ‘kolektif ve politik akıl’ elbet bu soruya da yanıt bulacaktır. Ama önce, hayatı yorumlamakla yetinmeyen, onu dönüştürmeyi de arzulayan bir ‘politik-felsefi’ bakışa ihtiyacımız var.

Felsefe, Antik Yunan’dan günümüze iki ayrı damar olarak uzanır: İdealizm ve materyalizm. İdealist bakış, zihnin maddeden önce geldiğini iddia eder. Madde ve yaşam hor görülürken, fizikötesi varlıklar(idealar) ve onların oluşturdukları evren(acun) kutsanır. Tek tanrılı dinler ve öte dünya inancı böyle doğmuştur. Bu iki damar arasında kuşkusuz ‘kılcal bağlantılar’ da vardır. Dahası, idealizmin, kimi çatlaklardan materyalizme sızarak onu etkilediği bile iddia edilebilir. En azından, etkilenen şeyin materyalizm değilse de materyalist bakışa sahip olanların bazı tutumları ve alışkanlıkları olduğu söylenebilir. İdealist anlayış, ‘kurucu etkinlik’ anlamına gelen ‘praksisin’ ve ‘eleştirel düşüncenin’ durakladığı dönemlerde ‘eşitlik ve özgürlük mücadelesini’ de etkilemiştir. Bahse konu dönemlerde ilerici çözümlemelerden ve eylem varyasyonlarından imtina edilirken, sembollerin ve ideallerin yaşatılması öncelikli hedef haline gelmiştir.

Materyalist düşünceyi olumlarken idealizmi hepten yok sayacak değiliz; sonuçta sorgulayan ve yanıt bulamadığında çaresizliğe düşen insan zihninin ‘hallerinden’, hatta ‘evrelerinden’ biridir. Önceki yazılarımdan birinde şu ifadeyi kullanmıştım: ‘Umutsuzluğun ve çaresizliğin kemikleştiği zamanlarda ‘materyalist bilincin’ ‘idealist akla’ meyletmesi ihtimal dâhilindedir’. Hal böyleyken, maddi/politik süreçleri başlatan zihin, sembolleri, ritüelleri ve idealleri yaratmaktan da geri durmaz. Kaldı ki her biri, toplumların derin benliğinde on binlerce yıldır birer kalıntı olarak dururlar. Sorun; “çaresiz” diye bilinen bilinçler toplamının, sistemik iktidarın baskıları karşısında manevra yapıp yapamadığı, kurucu süreçleri başlatıp başlatamadığı sorunudur. Bu bağlamda ‘praksis’, çözüme yönelik ilk adım atıldığında başlar; yol alındığı müddetçe gelişir; kısırdöngüye girildiğinde kesilir. İktidarın müdahaleleri ‘pratik-teori’ veya ‘deneme-düşünme’ etkileşimlerini doğrudan keserken, her türlü ‘geleneğin ağırlığı’ da frenleyebilmektedir. Dolayısıyla, devrimci ve dönüştürücü etkinliklerin kitleselleşebilmesi, biraz da geleneğin sembollerini ve tekrarlarını sorunsallaştırmaktan geçer.

Fiziksel hem siyasal koşullar uygun olmadığı halde 1 Mayıs’ta Taksim’e girilmesi, adeta düşmanın ‘merkez karargâhının’ ele geçirilmesi olarak anlamlandırılmaktadır. Gelgelelim bu “zaferin” şehrin varoşlarında yaşayan milyonlara bir ‘anlam’ ifade etmemesi sorun edilmemektedir. Vaziyet buyken, kutlanma şekli ve viral etkisi açısından Hıdrellez’in 1 Mayıs’tan daha başarılı olduğu aşikârdır. Velhasıl Marx’ın ve Engels’in insanlığa kazandırdığı ‘diyalektik materyalizmi’ ve Lenin’in Marksizme kazandırdığı ‘somut koşulların somut tahlili’ düsturunu tam anlamıyla içselleştirememek, bütün bu çelişkilerin asıl nedeni gibi durmaktadır.

Büyük düşünür Hegel, ‘dondurulmuş’ durumlarla değil ‘akışkan’ süreçlerle uğraşmış; ‘şeyleri’ ölü olarak değil, karşılıklı etkileşimleri içinde ele almıştır. Böylece toplumsal yaşama ve doğaya analitik gözle bakmanın yöntemini sunarak Marx’a esin kaynağı olmuştur. Materyalist felsefeye göre ‘düşünce’, belirli bir tarzda örgütlenmiş bir madde olan ‘insan beyninin’ ürünüdür; beynin dış dünya ile kurduğu ilişkiye bağlı olarak devinir durur. Benzer mantığı ‘kolektif akıl’ için de kurmak mümkündür. Kolektif akıl, on binlerce yıldır mütemadiyen deneyerek ve düşünerek ne zaman ne yapacağının bilgisine sahip hale gelmiştir. Bunun en basit örneği, zor zamanlarda sergilediği dayanışma duygusu, ürettiği çözümlerdir. Mesele, sistemik iktidar manipüle etmeden o duygunun açığa çıkmasını sağlamaktır. Bu da geniş katılımlı kurucu etkinliklerle mümkündür. İdealist bakışın aksine, kurucu etkinlikler mutlaklık arz etmezler, sabit değildirdir.

İşçi, işsiz, memur, ev kadını, öğrenci vb. emekçi yığınlarının kararlılıkla ve tarihsel sonuçlar alacakları duygusuyla Taksim’i zorlayacakları, sloganlar atıp bayraklar sallayacakları günler ‘elbet’ gelecektir. Ancak bugün yapılması gerekenler çok daha farklıdır.