“Devletin yokluğu” hususu, idari bir zaaf olarak değil tarihsel ve toplumsal bir vakıa olarak kavrandığında, ancak anlaşılabilir olacaktır.

Politik toplumun yeniden inşası

Devlet, en geniş anlamıyla toplumun politik örgütlenmesidir, özcesi politik toplumdur. Bu tanımla yıkıntılardan yükselen “devlet nerede?” haykırışına bakıldığında, çağrılanın aslında kendini politik olarak örgütlemiş toplum olduğu hatırda tutulmalıdır. Devlete böyle bakıldığında, devlet ve toplum, ana akım yaklaşımların aksine ayrıksı doğalara sahip varlıklar olarak kavranmaz. Oysa bu kavrayış, ana akımın iki güçlü kanadı için, liberal ve muhafazakâr akımlar için, ön-kabuldür, verilidir. Muhafazakârlar, kutsiyet atfettikleri devleti toplumun varlık nedeni olarak görürler. Liberaller için ise devletin küçüğü muteberdir, zira toplum ki o aslında piyasadır, kendinde düzenleyici kapasiteye sahiptir ve devlete sadece güvenlik işlevi itibarıyla ihtiyaç duyulmaktadır. Her iki ana akımın burada kısaca özetlenen pozisyonu kendi içinde farklılaşmış tonlar da barındırır.

Ton farklılıklarını şimdilik bir kenara bırakarak, deprem bölgesinden yükselen “devlet nerede?” haykırışına her iki ana akımın nasıl karşılık vereceğini tahmin edebiliriz. Tahmin edilemez, dolayısıyla kategori dışı karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi; “Kızılay yok” diyenlere Osmaniye’den canlı yayın esnasında verdiği “be ahlaksız, be namussuz, be adi” şeklindeki ifadelerden söz ediyorum. Bu sözleri bu tartışmanın dışında tutmamız gerekiyor; zira bu tip bir karşılık, siyasi yaklaşımdan ziyade siyasi kişilikle daha fazla ilişkili gözüküyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sakin sakin ağzını doldurarak sarf ettiği bu ağır sözlerin, iyelik ekiyle tekil şahıs kalıbında ifade edildiği de not edilmeli. Tam da bu nedenle “devlet yoktu” diyen yüz binlerce depremzedenin bu ağır sözleri doğrudan kendi şahsına söylenmiş hissetmesi pek muhtemel.

Biz yine devlet ve toplumu naturası itibarıyla iki ayrı varlık olarak kavrayan muhafazakâr ve liberal yaklaşımların, “devlet nerede?” haykırışına verdikleri/verecekleri muhtemel tepkilere bakabiliriz. En makul muhafazakâr karşılık “olmayan devlet değil, hükümetti” şeklindedir. Buna göre eleştiri okları kutsi devlete değil, onun kurumsal kapasitesini kullanma becerisi göstermeyen hükümete yönelmelidir. Liberal karşılık ise önceliği depremle birlikte refleksi bir patlama şeklinde gerçekleşen toplumsal seferberliğe verir ve eleştiri oklarını sivil toplumun öz-yardım kapasitesini körelten uygulamaları ile devlete yöneltirdi. Muhafazakâr çözüm, devletin kurumsal kapasitesini amaca dönük kullanacak yeni bir hükümet, yeni idaredir. Liberaller ise çözümü, sosyal yardımların devlet ve güçlendirilmiş STK’ların işbirliğiyle yapılmasında göreceklerdir.

Bu noktada Anayasa Profesörü, hocam Cem Eroğul’un devletin doğasını çözümlediği çalışmasına değinmek tamamlayıcı olacaktır. Eroğul’a göre her devlette ortak olan üç işlev söz konusudur. Bunlardan ilki genel çıkara hizmet eden üretici güçleri geliştirme işlevidir. İkincisi, egemen sınıf çıkarına hizmet eden üretim ilişkilerini koruma işlevidir. Sonuncusu ise her iki hizmet alanını gerçekleştiren yönetici-bürokrasi kastının çıkarını koruma işlevidir. Toplumun müşterek ihtiyaçlarını karşılama işlevi, devlet bakımından son derece hayatidir; zira toplum indindeki meşruiyeti bu işlevle ilgilidir. O nedenle egemen sınıf çıkarını koruma işlevi ile genellikle çelişkili bir işleyişe de sahiptir. Fransız sosyolog Bourdieu’nun kavram torbasında “devletin sağ ve sol eli” şeklinde ifade edilen bu çelişkili işlevin, somutta nasıl yönetileceği ya da nasıl bir hal alacağı ise tümüyle siyasal mücadelelerin konusudur. Nitekim Profesör Cem Eroğul, 1970’lerin sonunda kaleme aldığı bu teorik çalışmayı 2010’lu yıllarda yeniden yayına hazırlarken yaptığı ilavelerde, devletin doğasına ait bu üç işlevden ilkinin küreselleşme seline kapılıp yok olduğunu, dolayısıyla geride devlet namına, egemen sınıflara hayâsızca hizmet ederek kendi çıkarını gözeten bir baskı aygıtının kaldığını belirtmiştir. Eroğul’un kendi terminolojisi ile “doğası”nı yitiren devlet toplumun “kamburu” haline gelmiştir.

Eroğul’un tarihselleştirdiği bu devlet analizini, bir tarihçi analiziyle pekiştirmek mümkündür. Eric Hobsbawm’a göre egemen teritoryal devlet anlamında ulus-devlet 18. yüzyılın sonlarından günümüze “toplumsal gelişmenin evrensel çatısını oluşturdu” ve en üst noktasına eriştiği (ulus-devlet formu dışında başka bir formun kalmadığı anlamında) 1960’lı yıllardan başlayarak da tedrici olarak bir belirsizlik içine girdi. Bu süreç içinde yurttaş ile kamu faaliyetleri arasındaki bağ zayıfladı. Yurttaş etkinliğinin zayıflaması ise ulusal hükümetlerin meşruiyetlerine ve işlevlerine etkide bulundu. Çünkü “devlet ortak yararla tanımlanmayıp, bireysel çıkara dayandırıldığı zaman, zayıf bir devlettir”. Hobsbawn’a göre ulus-devlet açısından iki yüz yıllık bir süreç kapanmış olmakla birlikte gelecek belirsizdir. Çünkü ulus-devletin işlevlerine alternatif olarak ulus-üstü ya da ulus-altı ölçeklerde bir başka politik örgütlenme henüz ortaya çıkmış değildir.

11 ilimizde 14 milyon yurttaşımızı kalıcı olarak etkileyen, resmî rakamlarla 50 bini aşan insanımızı kaybettiğimiz o büyük afetten yükselen “devlet nerede?” haykırışlarını, afet yönetimi konusundaki zaaf ve hatalarla açıklamak eksik kalacaktır. Hukuki sorumlulukların tayini bakımından, yönetsel yetki kullananların teşhisi kuşkusuz önemlidir. Ancak “devletin yokluğu” hususu, idari bir zaaf olarak değil tarihsel ve toplumsal bir vakıa olarak kavrandığında, ancak anlaşılabilir olacaktır. Aynı şekilde deprem gibi afetleri "doğal" bir olumsallık olarak değil, fakat kapitalizmin ekolojik bozulması ile devletin örgütlü ihmali arasındaki etkileşimden kaynaklanan bir kriz noktası olarak tanımlamak daha açıklayıcı olacaktır. Dolayısıyla ne Yukarı Mezopotamya’nın 14 milyon yurttaşı ne de deprem bekleyen İstanbul’un 16 milyon insanı, doğal afetlerin bahtsız kurbanları olarak kavranamazlar. Onlar, doğayı sürdürülemez biçimde sömüren kapitalizmin ve dönüşen devletin yol açtığı müdahaleci yozlaşmanın ortak etkilerinin hedefinde yer alan yurttaşlarımızdır.

Kahredici 6 Şubat depremiyle kendiliğinden ortaya çıkan muazzam toplum seferberliğine değinmeden bu yazı bitirilemez. Öncelikle bu muazzam seferberliğin sadece bize özgü olmadığını belirtmem gerekir. Örneğin 2009’da ABD’nin o meşhur Katrina Kasırgası önüne gelen her şeyi yıkıp attığında, yeniden yapılanma sürecine yardımcı olmak için bölgeye giden gönüllü sayısı 1,5 milyondu. O süreçte Kilise temelli olmayan yardım kuruluşları da oldukça etkili oldular; bunlar arasında Kara Panter geçmişi olan ve "Hayırseverlik Değil Dayanışma" sloganı ile faaliyet gösteren Ortak Destek Kolektifi dikkat çekiciydi. Bu ve benzeri onlarca deneyimi Felaketler ve Toplumsal Yeniden Üretim; Devlet ve Toplumun Krizlere Müdahalesi başlıklı ve 2021 tarihli (İngilizce) kitapla bizlere ulaştıran Peer Illner’ın şu değerlendirmesi bizim için de geçerli: New Orleans'taki bu gönüllü yardım faaliyeti, toplumsal bir sorumluluk olarak değil, sermaye ve devlet tarafından terk edilenlerin yönetimi olarak görülmek durumundadır. Devlet, emeğin toplumsal yeniden üretim alanını terk etmiştir. Afetlerde bu terk ediş travmatik tarzda kendini açığa vurmaktadır.

Dolayısıyla deprem bölgesine dönük yeniden inşa faaliyetini, depremzedelerin de dahil olduğu bir tarzda politik toplumun yeniden inşası ölçeğinde kavramak, kalıcı çözümeler için bir başlangıç olacaktır.