Eşitlik, özgürlük ve adalet adına ‘iyi politika’ üretmeye çalışıyoruz, daha iyi bir amaç varsa da bilmiyoruz. Aslında buna biraz da mecburuz. Başkaları istediği ya da birileri dayattığı için değil; toplumdan aldığımızı topluma verme sorumluluğumuzdan, en önemlisi de, işin ‘kendiliğindenlik’ tarafı ağır bastığı için

Politikanın “ötekileşen” bağlamı

Murat Müfettişoğlu

Bağlam hakkında
Frenkçesi kontekst, Arapçası insicam, Türkçesi bağlam: TDK’ye göre, olaylar, durumlar, ilişkiler örgüsü veya bağlantısı demek. Bir bağlantı ağına takılan her sözcük ve her ifade bağlamla uyumluluk ilişkisine girer. Misal, ‘mücadeleyi yükseltmek’ deyimi politik bağlamda aktif muhalefet yapmak anlamına gelir. Dolayısıyla politik bir sorunun çözümünde bağlamı doğru kurmak önemlidir -ki içini dolduran ifadeler ve ilgili faaliyetler işlevsellik arz edebilsinler.

Bağlam kurulumunda ‘reel-politik koşullar’ şüphesiz belirleyicidir. Ancak, reel-politiği de kapsayan ‘tarihsel koşullar’ temel belirleyendir. Söz gelimi, 16 Nisan Referandumu’nu politik bir aksiyon olarak ele aldığımızda, ‘iktidara destek verenlere yönelik Hayır propagandası’ (dar) bağlamımız olur; içinin nasıl doldurulacağı da bellidir. Gelgelelim, ‘referandumun öncesi ve sonrası’ referandumun kendisinden daha önemlidir. Bu bağlamda, iktidarın, hayati bir sorun niteliğindeki ‘anayasa değişikliği ve başkanlık rejimi oylamasını’ reel-politik gündeme dayatabilmesi, oylama öncesi ve oylama sonrası dönemlerin öneminin muhalefet tarafından tam kavranmadığı yahut göz ardı edildiği şeklinde yorumlanabilir. Reel-politiğin iplerinin iktidarın eline geçmesine de neden olan bu yakıcı gerçek, aslında her dönem sıcak tutulması gereken daha genel ve daha derin bir bağlamı hatırlatır; o da ‘tarihsel bağlamdır’.

Buraya kadar yapılan tespitlerin oluşturduğu ‘teorik bağlama’ dair şu soru önemlidir: ‘Muhalifler olarak nerede yanlış yaptık veya hangi doğruları yapmadık ki, iktidar, üstünlük ve/veya zayıflık hallerinden bağımsız biçimde anayasa değişikliği ve başkanlık rejimi oylamasını getirip önümüze koyabildi?’ Kuşkusuz, kapsamlı ve detaylı açıklamalar gerektiren bir soru. Çok değerli siyaset bilimciler bu sayfalarda defalarca anlattılar, anlatmaya devam ediyorlar. Biz, son zamanların popüler tabiriyle ‘büyük resme’ odaklanalım; bağlamımızı da, geçmişte yapılan ve gelecekte yapılması muhtemel referandumları kapsayacak şekilde geniş tutmaya çalışalım.

İtiraz ve varoluş
Bir insanın vücudunu saran damarların toplam uzunluğu yaklaşık 100.000 kilometreymiş. Yani dünyanın çevresini iki kere dolanıyor, epey de artıyor. Bilinen en kompleks yapılı canlı olan insanın trilyonlarca hücresine başka türlü besin taşıyamazsınız zaten. Gelin görün ki, iç sistemi bu denli mükemmellik arz eden insan, binlerce yıldır kaotik bir sistemsizlik içinde yaşamaya mahkûm bırakılmış. Bu duruma itiraz ettikleri için hüküm giyip sevdiklerinden ayrı kalanlar, işkence görenler, uzuvlarını kaybedenler, memleketinden sürülenler, mesleklerinden ihraç edilenler var. Çok daha “güvenli” tercihlerde bulunan ‘apolitiklere’ soracak olursanız en değerli şeylerini, ömürlerini tüketiyorlar. Değerli gazeteci Ayşenur Arslan 04.03.2017 tarihli BirGün makalesinde onlardan birinden söz etti: Sosyolog Veli Saçılık. Siyasal iktidarın kaotik sistemsizliğine itiraz ettiği için son KHK ile meslekten ihraç edilmiş; ardından ihraçları protesto eylemlerine katılmış ve defalarca gözaltına alınmıştı. Ancak polisin işi kolay değildi, zira Saçılık’ın bir kolu olmadığından kelepçe takamıyordu! 2000 yılındaki cezaevi operasyonunda dozerle kopartılmıştı çünkü…

Saçılık ve onun gibi yaşayanlar ömürlerini mi tüketiyorlar yoksa her defasında üretmeye devam mı ediyorlar? Cevabı felsefeye bırakıp şu gerçeğin altını çizelim: Bu insanların her biri, mevcut/muhtemel konfor ve güvenlik alanlarından bilinçli şekilde feragat ediliyorlar. Başkaları ne düşünürse düşünsün, biz buna kısaca ‘eşitlik, özgürlük ve adalet adına iyi politika üretme arzusu ve azmi’ diyoruz. Felsefeden söz çalarak bu bahsi bağlayalım: Arzunun ve azmin, hakiki varoluşun temel dinamikleri olduğunu bilmeden veya bunu sezinlemeden doğru tercihlerde bulunmak neredeyse imkansızdır.

Ne var ki, iyi bir politik damarın -bırakın dünyayı iki kez dolanmasını- Türkiye gibi orta büyüklükteki bir ülkede serbestçe dolaşıma girememesi neresinden baksanız acıklı. Peki, durum bu derece vahim mi? Şayet öyleyse, büyük resimde sinsi çarpıklıklar var demektir.

Sinsi çarpıklıklar
Eşitlik, özgürlük ve adalet adına ‘iyi politika’ üretmeye çalışıyoruz, daha iyi bir amaç varsa da bilmiyoruz. Aslında buna biraz da mecburuz. Başkaları istediği ya da birileri dayattığı için değil; toplumdan aldığımızı topluma verme sorumluluğumuzdan, en önemlisi de, işin ‘kendiliğindenlik’ tarafı ağır bastığı için. Tıpkı kalbin günde sekiz bin litre kanı trilyonlarca hücreye pompalaması, bunu da bir ömür yapması gibi.
Büyük düşünür Spinoza ‘bireyi’ politik mücadelenin temel kurucu öğesi olarak tanımlar ve Doğa’nın bir tavrı olarak görür. Bu bağlamda insanın ‘kendiliğindenliği’ doğal bir tepkidir ve yeryüzündeki her organizmayı aynı statüde sahiplenen Doğa’nın da varlığına dolaylı katkı sağlar. Toplumsal bir refleks olarak Gezi’nin ‘kendiliğindenlik’ boyutunu küçümseyenler, kitlesel varoluşun ve politik mücadeleyi yükseltmenin asıl bağlamını göz ardı ettiklerinin farkında değiller.

Bugüne ‘by-pass’ yaparak şöyle diyelim: Politik yaşam, bütün bir organik yaşamdan bağımsız bir gerçekliğe sahip olmadığına göre, muhalifliğin bağlamı ‘dar gündemlerle’ sınırlandırılmamalıdır; gündeme yoğunlaşmak gerekiyorsa da tarihsel bağlam kaçırılmamalıdır.

Ürettiği toksinlerden ötürü insanın bedensel ve zihinsel sistemini tehdit eden ‘kapitalist sistemsizlik’ tarihten silinmediği sürece, ‘geçmişle-şimdi’, ‘olağan halle-olağanüstü hal’ arasındaki ‘aynılıklar’ korunacak, tarih de değişmeden akmaya devam edecektir. Elbette kazanımlar vardır, onlar da muhaliflerin itirazlarından kaynaklanmaktadır. İktidarın müdahalesi ise olumsuz gelişmelerin ve geriye gidişlerin inkarına, örtbas edilmesine veya saptırılmasına dönüktür. İşte mevcut gerçeklik bu denli sinsi ve çarpıktır, ancak hareketlidir. Neyse ki hareketlidir, aksi halde umut edemezdik.

Kurucu öğeler
İnsanın damarlarındaki sorunlar(daralma, tıkanma, balonlaşma, sertlik vb) patolojinin(hastalık bilimi) bağlamına girerler ve acil müdahaleyi gerektirirler. Amaç, gerekli besinin hücrelere taşınmasının önündeki engeli kaldırmaktır. Bedenin ‘bütünlük ve dayanıklılık’ sorunuyla toplumsal yaşamın ‘iyilik ve beka(kalıcılık)’ sorunu aynı bağlama dahildir. Sürdürülebilir bir toplumsal yaşamın kurucu öğeleri ise akıl, etik ve vicdandır. ‘Kendi aklını kendin kullanamıyor, kendi etiğini kendin yaratamıyor, kendi vicdanını da kendin alevlendiremiyorsan; yani işin türlü ajitasyonlara ve ezber ritüellere kalmışsa, sana düşen, önce kenti sonra da kendini terk etmektir!’ Bu aforizmik ifadenin “katılığı”, politikanın temel bağlamının gittikçe ötekileşmesinden, buna da seyirci kalınmasından ötürüdür.

Yaşamın, akıl, etik ve vicdan kadar önemli bir diğer kurucu öğesi estetiktir. İnsanlar birbirleriyle ve Doğa’yla bu dört öğe üzerinden ilişki kur(a)madıkları sürece, toplumun bekasından, yapısal adaletinden ve derinlikli huzurundan söz etmek havanda su dövmektir. Kurucu öğelerin hayat bulması ise ‘ortak emek ve toplumsal işbölümü’ zemininde mümkündür. ‘Ortak emek ve toplumsal işbölümü’ hayatı kolaylaştıran ve insanların zayıf bedenleriyle bugünlere gelmelerini sağlayan esas nedenken, (apolitik) emekçilerin pasif hali siyasal iktidarın manipülasyonlarıyla açıklanabilir. Manipülasyonları deşifre etmek ve dolaşıma sokmak her muhalifin akli, etik, vicdani ve estetik sorumluluğudur, özellikle bugün.