Türkiye’deki küçük krizlerin bile nasıl yönetildiğine baktığımızda, hiçbir çevresel ve iklimsel bulgunun dikkate alınmadığını, meteorolojik şartların karar mekanizmalarına dahil edilmediğini ve dolayısıyla bütüncül bir iklim politikası olmadığını görüyoruz.

Politikasızlığın bedelini ödeyebilecek kadar zengin değiliz

Gökçe Şencan - @GokceSencan

Türkiye şu anda daha önce benzeri görülmemiş ve geçtiğimiz yıldan beri kendini çeşitli şekillerde göstermekte olan bir kuraklık yaşıyor. Bu sene başında büyük şehirler bir su krizi yaşadı, Tuz Gölü’nde binlerce yavru flamingo öldü, aşırı sıcak dalgaları hayatımızı çekilmez kıldı ve şimdi de Akdeniz’deki yangınlarla mücadele ediyoruz. Kuraklıkla doğrudan bağlantılı bu sorunların yanında Artvin ve Van’daki ani sel baskınlarıyla Marmara’daki müsilaj krizi de, bize genel refahımızın ve sağlığımızın yaşadığımız çevrenin sağlığına ne kadar bağlı olduğunu hatırlattı.


Çağımızın en büyük varoluşsal sorunu olan iklim değişikliği de çevremizin sağlığını, dolayısıyla da bizim refahımızı tehdit etmekte. İklim değişikliği sebebiyle dünyanın ortalama sıcaklığı her sene yükseliyor fakat bu etki her yerde aynı şekilde hissedilmeyecek. Örneğin bu değişimden kritik şekilde etkilenen bölgelerden olan Doğu Akdeniz dünya ortalamasına göre daha hızlı ısınıyor. Ortalama sıcaklıkların birkaç derece artması ilk bakışta büyük bir sorun gibi görünmeyebilir, fakat bu sıcaklık artışları aşırı sıcak dalgası ihtimallerini katlayarak artırıyor ve iklimsel afetleri öngörülemeyen bir şekilde şiddetlendiriyor.
Bunun üstüne, önümüzdeki yıllarda Akdeniz havzasında iklim değişikliğine bağlı olarak yağışlarda da ciddi bir düşüş yaşanması bekleniyor. Yukarıda bahsettiğim ısınma durumuyla birlikte yağışlarda beklenen düşüşü birlikte değerlendirdiğimizde, iklim değişikliğinin kötüleşmesiyle birlikte geleceğimizde daha kurak bir Türkiye olduğunu görüyoruz. Daha şiddetli kuraklıkların yanında, her zamankinden çok ihtiyacımız olan yağışların daha kısa süre içinde, daha yoğun bir şekilde düşerek ciddi sel afetlerine sebep olma riski de artmakta.

Türkiye’de bir kuraklık yaşandığında, sadece musluğumuzdan akan, şehirlerimizde kullandığımız su etkilenmiyor. Tarımsal üretim de zarara uğruyor. Normalde kuru tarım yöntemini uygulayan çiftçilerin yağış eksikliğinden dolayı sulama yapması gerekiyor, sulamalı tarım yapan çiftçilerin su ihtiyacıysa daha da artıyor. Doğal ve sulak alanların güçlü korumalara sahip olmadığı yerlerde, ekosistemlerin ihtiyaç duyduğu su tarımsal amaçlar için kullanılıp flamingo ölümleri gibi çevre afetlerine sebep olabiliyor. Yeraltı su kaynakları da kuraklık dönemlerinde daha yoğun bir şekilde kullanılıyor. Bu kullanım kontrolsüz bir şekilde gerçekleştiğinde de, Konya bölgesinde görüldüğü gibi toprak çökmesi sonucu obruklar oluşabiliyor, evler ve altyapı zarar görebiliyor. Bunun üstüne, yeraltı suyunun kontrolsüzce kullanımı zaman içinde bu kaynağın da tükenmesine yol açıp kuyuları kurutabiliyor. Tarımın uğradığı zarar veya maliyet artışı da bizim gıda güvenliğimize ve gıda fiyatlarına tehdit teşkil ediyor.

Kuraklığın bir sonucu olarak Türkiye’de hidroelektrik potansiyeli de düşüşe uğruyor. Kaybedilen elektrik arzı doğalgaz santrallarıyla karşılanıyor ve bu da elektriğin pahalılaşmasına sebep olabiliyor. Türkiye’nin elektrik portfolyosu zaten fosil yakıt bakımından oldukça yoğunken, iklim değişikliğinin bir sonucu olan kuraklığın bizi daha fazla fosil yakıt tüketme durumunda bırakması da bu noktada büyük bir ironi. Elbette doğalgaz ve kömüre bağımlılığın artması, enerji güvenliğiyle ilgili kaygılar da doğuruyor.

Elbette bunların yanında, kuraklık orman yangınlarının da şiddetini etkilemekte. Bitki örtüsünün kuruması ve sıcaklıkların yüksek değerlerde seyretmesi, ormanların daha kolay alev alması, daha hızlı yayılması ve şiddetlenmesi anlamına da gelebilir. Her ne kadar yangınlar Akdeniz’deki orman ekosisteminin doğal bir öğesi olsa da, son haftalarda gördüğümüz orman yangınları Türkiye’de daha önce şahit olmadığımız türden. Bunda iklim değişikliğinin ve içinden geçtiğimiz kuraklık koşullarının rolü yadsınamaz.

Türkiye’de deprem tartışmalarında sıkça kullandığımız “Deprem değil ihmal öldürür” sözü iklimsel ve çevresel facialar için de geçerli. İklim değişikliğinin körüklediği doğal afetlerin bizim hayatımıza zarar vermesi bir noktada elbette kaçınılmaz. Kuraklık olduğunda zorla yağmur yağdıramayız ya da aşırı yağmur olaylarının sele engel olmasını engelleyemeyebiliriz. Yine de, bizim bu sene yaşadığımız çevre felaketleri kaderimiz değildi. Kurak iklim koşullarında yaşayan, orman yangını ve sel gibi afetlerin can ve mal güvenliğini tehdit ettiği tek ülke biz değiliz. Ama bizim aksimize diğer birçok ülke, bu sorunlara ciddi kaynaklar ayırıyor, uzmanların bilgilerinden ve bilimsel tahminlerden olabildiğince yararlanıyor. Bize ve çevremize verilen zararlar da becerikli bir yönetimle tamamen önlenebilir, önlenemese de can ve mal kaybını minimuma indirecek şekilde kontrol edilebilirdi.

Örneğin Marmara Denizi’ndeki müsilaj sorunu ve deniz ekosisteminin çöküşü, denizlerinde kirliliğe izin vermeyen, kirleten sanayilere ceza kesmekten veya mühür vurmaktan çekinmeyen, bilim insanların önerilerini dinleyen bir devletin gözetiminde yaşanmayabilirdi. Karadeniz’deki sel afetleri, dere yatağında ev inşa etmenin getireceği sel tehlikesini göze almak istemeyen bir devletin gözetiminde çok daha az zararla atlatılabilirdi. Akdeniz’de gördüğümüz orman yangınları, kasım ve aralık aylarından itibaren bizi tehlikeli bir yangın sezonunun beklediğini gören ve bu riski göz önünde tutarak kaynak ayıran bir devletin gözetimi altında bu kadar tehlikeli boyutlara ulaşmayabilir, yerleşim yerlerini yok etmeyebilirdi.

Bunlar söylemesi kolay ama bütüncül bir çevre ve iklim politikası olmadan, görev ve sorumluluklarının bilincinde bir yönetim olmadan başarılması zor çözümler. Şu anda Türkiye’deki en küçük çaplı krizlerin bile nasıl yönetildiğine baktığımızda, hiçbir çevresel ve iklimsel bulgunun dikkate alınmadığını, birkaç ay sonrasının bile meteorolojik şartlarının karar mekanizmalarına dahil edilmediğini ve dolayısıyla bütüncül bir iklim politikası olmadığını görüyoruz. Bu politikasızlığın iklim değişikliği kötüleştikçe büyüyen bir toplumsal faturası var. Devletin öngöremediği, tedbir almadığı, hazırlıksız yakalandığı için hızlıca müdahale edemediği her doğal afetin bedelini, hem afette zarar gören ve yaraları hızlıca sarılamayan vatandaşlar hem de kaynaklarımız verimli bir şekilde kullanılmadığı için geriye kalan hepimiz, hem maddi hem de manevi olarak ödüyor.

Bu bedeller, iklim değişikliğinin getirmeye devam edeceği hava değişiklikleriyle katlanarak artmaya devam edecek. Bu şiddette kuraklıkları, yangın mevsimlerini, sıra dışı sel afetlerini önümüzdeki yıllarda daha sık göreceğiz. Diğer ülkeler şu anda su kaynaklarının sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesine, sel riski altındaki insanların başka yerlere taşınmasına, sulak alanların korunmasına, iklime dayanıklı tarım yöntemlerine, orman sağlığına ve yangın söndürme eforlarına ciddi kaynaklar ayırıp kendilerini iklim değişikliğine karşı hazırlamaya gayret ediyor. Türkiye’nin ihtiyacı olan da hem karbon salınımlarını azaltmaya hem de iklim dayanıklılığına odaklanan bütüncül bir iklim politikası geliştirmek, karar alırken bilimden yararlanmak ve kaynaklarını verimlice kullanmak. Doğal afetlere karşı alınabilecek tedbirler büyük bir sır değil ama bu tedbirleri almadığımız her gün, gelecekte yaşayacağımız maddi ve manevi tüm zararları göze almış oluyoruz. Ama boyutu öngörülemez bu zararları göze alabilecek kadar zengin değiliz. Bu noktada, hem riskler hem de çözümler bilindiğine göre sormamız gereken soru şu: Şu an bizi yöneten hükümette harekete geçecek politik irade ve sorumluluk bilinci var mı?