Pollyanna şahidimdir ki herşey yolunda!

İşçi cinayetleri toplu kıyımlar halinde sürüyor. Ben bu yazıya oturmuşken şirketten ilk açıklama geldi: Doğal afetmiş. En az yarısı devlete ait yüzlerce kusurlu hareket var ve mevzu yine fıtrata bağlanıyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’ne göre 2014 yılının ilk altı ayında en az 978 işçi yaşamını yitirdi. Günde 6 işçi. Kadın, direnişçi, Kürt ve sair ölümlerini de ekleyin üzerine.

Bütün bunlar çok can sıkıcı. Toplumun kahir ekseriyetine bu cinayetler bir ucundan dokunuyor aslında. Memlekette basitçe Alevilerin, Kürtlerin, işçilerin, fakirlerin, kadınların, çocukların başı dertte. Geriye kim kalıyor?

Ben bir de şunu merak ediyorum: Nasıl oluyor da bir şey olmuyormuş gibi sürüyor günlük hayatımız?

Adı Şarmu’ş-şeyh olan ama her nedense sürekli İngilizcesiyle Sharm el Sheik yazılan Mısır şehrine bir tur ile düştüm bir vakit. Uçak bileti fiyatına tur bileti aldım. Yanında da beş yıldızlı bir otel, sabah kahvaltısı ve akşam yemeğine hayır demedim. Velhasıl, otel sanırsınız Kemer’de. Tamamı Türkiyeli “misafirlerden” oluşuyor. Arkamızda çöl, önümüzde deniz, adı bile güzel Kızıldeniz o kadar görkemliydi, o kadar güzel görünüyordu ki canımız hemen rakı çekti. Sahile kurduk bir çilingir. Maksat sabah rakısı, yani sabuh. Sonra güzel bir öğle uykusu, yani kaylule.

Biz rakı içmeye çalışırken hemen önümüze çoluk çocuk iki İstanbullu aile geldi. Onlar da denize girmeye çalışıyorlar. Fakat hakikaten bu çalışma uzun sürdü. Yerleşmeleri bir ömür aldı. Gruptan bir kadın, nasıl galiz küfürler ediyor, neredeyse sadece o konuşuyor ve hep hakaret ediyor. Meğer ne iğrenç bir yere düşmüşüz. Bu Araplar şöyle, otel böyle, perdeler yırtık, garsonlar sümüklü, yollar iğrenç, halk kokuyor… Diğerleri belli çok alışkın, umursamıyorlar. Arada bir kadın kendisini kötü hissetmesin diye onay veriyorlar. Asla yadırgamıyorlar söylediklerini. Muhtemelen aynı fikirdeler. Ama bu kadar konuşmasından da inceden rahatsızlar.

Bizi aldı bir gülme. Aynı yerde huzur keyif saçıyoruz. Hayır, hakikaten Şarmu’ş-şeyh için söylenebilecek çok şey var. Bana sorarsanız Kızıldeniz ve çöl dışında hiç bir numarası olmayan, plastik bir yer, ayrı. Ama kadının söyledikleri o kadar ırkçı, o kadar yalan, o kadar kötülük damlatıyor ki… Neyse, işin önemli kısmı bu değil. Yazımızı ilgilendiren kısım şimdi başlıyor.

Bu hanımefendinin telefonu çaldı. Ve telefonda bir başladı ballandırmaya: “Ayol cennet buralar. Otel bir güzel, bir temiz, görsen, aklından geçeni okuyup getiriyorlar. Çok eğleniyoruz. Ha ha ha.” Konuştu ve konuştu. Biz dinlerken utandık o utanmadı. Ailesi utanmadı. Kimse şaşırmadı. Biz artık yutkunduk, gülemedik. Bu kadarını açıklamaya yalancılık yahut sahtekarlık kelimeleri yetmiyor. Yeni kelimeler bulmak lazım. O kelimeler bulunana kadar ikiyüzlülükte gelinen son nokta diyelim.

İşte bu son nokta civarında dolaşıyoruz korkarım toplum olarak. Bir hayatımız var, bir de kendimizi oyaladığımız hayatımız.

Yoksa, 12 Eylül, 12 Mart, Hrant, Ceylan, 6-7 Eylül, bugün Kobane, iş cinayetleri, kadın cinayetleri olurken bunlar yaşanmıyormuş gibi davranan milyonlar olur muydu?

Sadece civardaki fenalıklar görmemezlikten gelinmiyor. Pek çok insan kendi yaşadığı cehennemi de fark etmiyor. Sanki umursamazlıkla bir senet yapılmış gibi. Müteselsil kefil de Pollyanna olmalı. Gandhi olacak hali yok.

Benim okuduğum okullarda öğrenciler topal eşşek sudan gelene kadar dövülürdü. Ve aynı  öğrenciler yıllar sonra buluştuğumuzda öğrencilik anılarını anlatırken Şarmu’ş-şeyh’teki kadın gibi ballandırırdı. Meğer sağlarında Mahmut hoca, sollarında Tulum’la okumuş hepsi.

Keza askerlik anıları. Adamlar vatanı koru diye gencecik çocukları alıp kahir ekseriyetle arabalarını yıkatıp evlerini taşıtıp hakaret edip dövüp gönderiyorlar. Ama dönen bir çilingire oturmayıversin. “Ben rahattım tabii” diye başlayıp ne biçim eğlendiklerini anlatır durur. “Bizim orada bi yüzbaşı vardı, onun her işini yapardım, bir dediğini iki etmezdim de yine anneme küfür ederdi.” diye anlatan duymadım. Hepiniz mi rahattınız be kardeşim?

Kimbilir, belki elde sadece küçük şeyler kaldığı için “küçük şeylerle mutlu olma” martavalı en çok buralarda rağbet görüyordur.

İçinizi sıktım pazar pazar. Bir güzel şiirle bitireyim bari:

Bu gemi ne zamandır burada

Çoktan boşaltmış yükünü

Gece de olmuş, rıhtım da bomboş

Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa

Arkada, güvertede

Ah, neresinden baksam sessizlik gene.

Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye

İçerde üç beş kişi

Yalnızlık üç beş kişi

Bir kadeh rakı söylerim kendime

Bir kadeh rakı daha söylerim kendime

– Söyle be! ne zamandır burda bu gemi

– Denizin değil hüznün üstünde.

Belki yarın gidecek

Bir anı gelecek bir başka anının yerine.

İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.

Edip Cansever