Son yıllarda Popülizm mutemelen medyanın en sevdiği terimlerden biri oldu. Bir kaç haftadır ben bile ısındım itiraf edeyim. Benim ısınmam biraz tersinden. Hem terimden hem de yol açtığı hasardan hazzetmiyorum.

Popülizmin sağı ve solu diye konuşsak da işin sol kısmı hem daha çok taze hem de biraz karışık. Karışıklığın nedeni solun, daha doğrusu Sosyalist solun getirdiği sistem eleştirisi zaten bir zümreyi sorumlu tutan ve bunların yozlaşmış ve yozlaşmamışından şikayetçi bir eleştiri. Küresel ve ulusal krizler, batan bankalar ve şirketler ve bunları kurtaran ‘liberal’ veya ‘muhafazakar’ ve ‘demokrat’ hükümetleri düşününce zaten bu popülizm, sağ popülizm ile önemli bir ayrışmaya ve gerçek ve dürüst bir muhalefete denk geliyor.

Bu tür sol popülizm, sağ popülizmden farklı olarak zaten köklü değişiklikler önererek geliyor. Bunun son örneklerinden biri de ‘bir kaç kişi için değil, çoğunuz için’ sloganıyla başarılı görünen Corbyn ve İngiliz İşçi Partisi. Ama bugün derdim bu popülizm ile birlikte gelişen ve baskıcı ve otoriter yanları ağır basan ‘milli irade’ ya da ‘halkın iradesi’ eksenli söylemler.

Bu söylemleri Brexit krizine yol açan 2016 referandum kampanyasından bu yana çok duyuyoruz. Özellikle de ilginç bir biçimde parlamentodaki çoğunluk AB’de kalmaktan yana iken sandıktan yüzde 51.9 AB’den çıkma kararı çıkınca bu ‘halkın iradesi’ lafını çok duyar olduk.

İngiltere dışında da bunun bilumum örnekleri var. Türkiye’de de oldukça yaygın bir söylem. Hatırlayanlar vardır; AKP ilk iktidar olduğu yıllarda, hatta Refah Partisi koalisyon ortağı olduğu zaman ‘balkon’ konuşmalarının en çok altı çizilen yanı ‘herkesi kucaklama’ vurgularıydı. Bu kucaklama işinin pek de sanıldığı gibi bir kucaklama olmadığı ortaya çıktı ama ‘atı alan Üsküdar’ı geçti’.

Şimdi Üsküdar’da da her yerde de plebisitçi bir (anti)demokratlık hakim. Bu demokrasi karşıtlığının dile en çok yansıyan ifadesi de ‘sandıktan çıkan sonuca saygı duymak’, ‘milletin iradesine saygı göstermek’ minvalinde konuşmalar. İngiltere de aynı hastalıktan aynı derecede olmasa da muzdarip.

Demokratlık, yüzde 51’den çok daha büyük bile olsa, çoğunluğun sultası demek değil. Herkesin kendini ifade edebilmesi ve kaygılanmadan yaşayabilmesi. Bu ifade edebilme durumunun doğal uzantısı da tartışabilmek, uzlaşabimek. Uzlaşma denilince de mutlaka taviz vermek gündeme geliyor. İşin iyi yanı ise şu çoğunluğun kaybedeceği bir yerde uzlaşmak zorunda değiliz. Britanya’nın da, Türkiye’nin de ve hatta dünyanın da sorunu kaynakların yetersizliği değil eşitsiz dağılması ve ‘bazılarının herkesten daha eşit olması’.

Plebisitçi sözde demokratlığı abartacak olursak, şunu da düşünmek mümkün: Birgün gelip bu yüzde 51 ile ‘AB’den çıkalım’ diyenler ya da onların karşısındakilerin biraraya getirdiği yüzde 51, ‘bizimle aynı yönde oy kullanmayanları yok edelim diye’ referandum kararı alırlarsa demokrasi budur mu diyeceğiz?

Editörlerimizden Barış İnce düzenli köşe yazılarına dönüş yazısında güzel bir konuya parmak bastı: iki yılda bir yapılan seçimlerle boş heves besleyip bunları meşrulaştıracak mıyız?

Popülizm yapmadan ‘popüler’ siyaset mümkün. Gerçeği eğip bükmeden, sorunlara yalansız çözümler üretebilirsek işin çoğunu halletmiş oluruz diye düşünüyorum. Bunun için birinci öncelik de bu eşitsizliklerin küresel, ulusal ve yerel düzeyde sadece ekonomik ve kalkınma eşitsizliklerinin değil siyasette temsil eşitsizliğinin de giderilmesi. İstanbul’da kimin belediye başkanı olacağı veya İngiltere’nin AB’den çıkış müzakerelerini kimin yürüteceği sorularının cevabı buradan geçmek zorunda. Aksi takdirde milli irade dediğiniz koca bir yalan.

İyi haftalar ve bol şanslar