Yunanistan’dan sonra, şimdi de dikkatler Batı Avrupa’nın en yoksul ülkesi Portekiz’e çevrildi. 4 Ekim’de gerçekleştirilen seçimler sonrasında iki radikal parti, Sol Blok ve Portekiz Komünist Partisi hükümet denkleminin içine girdi. BirGün’ün 7 Kasım sayısında Onur Erem arkadaşımızın, “Portekiz’in en kısa hükümeti” başlıklı yazısı bütün ayrıntılarıyla süreci anlatıyor ve Portekiz siyasetinin röntgenini çekiyor. Bize de daha genel çıkarsamalar yapma fırsatı sunuyor.

Öncelikle piyasa mantığı, sadece ekonomik istikrar programlarıyla sınırlı kalmıyor, toplumu ve siyaseti belirleyen bir “üst akıl” olarak dayatılıyor. Yunanistan örneğinde yaşandığı gibi halk iradesi “kemer sıkma” programına karşı tecelli ederse, bu özgür seçimi yok hükmünde saymak, demokratik tercihleri adeta şeytanlaştırmak için her türlü baskı, yalan ve iftiraya başvuruluyor. Kıta Avrupası’nda, 2. Dünya Savaşı sonrası eğitim, sağlık, toplu konut ve toplu ulaşımda kârdan uzak kamusal hizmetleri yaygınlaştıran, tam istihdam politikalarını hayata geçiren, bir anlamda varlığını sosyal devlete borçlu olan merkez sol, sosyal demokrat partiler yaşamsal bir yol ayrımına geliyor.

Ya Yunanistan örneğindeki gibi neoliberal politikaları sadakatle uygulayarak silinip gidecekler, yani PASOK’laşacaklar. Ya da şimdi Portekiz’de Sosyalist Parti’nin (SP) denediği gibi radikal solla asgari müşterekler temelinde bir araya gelip siyasette yeni bir sayfa açacaklar. Böylelikle belki de giderek kopmaya yüz tutan emekçi kitlelerle, sendikalarla, sosyal hareketlerle olan bağlarını yeniden kuracaklar.

Portekiz’deki uzlaşma, SP’nin Avrupa’ya ve uluslararası anlaşmalara bağlılık koşulunun, radikal sol partilerin ücretler, emeklilik hakları, istihdam ve kamu hizmetlerinde geniş kitleler zararına bir uygulama yapılmayacağı teminatıyla birleşmesinden oluşuyor. Bir anlamda otoriter neoliberal tasarımın yarattığı tahribatı durdurmaktan öte geçmeyen savunmacı bir pozisyon söz konusu. Ne yazık ki otoriter neo-liberalizm savunucularının böyle bir iradeye bile tahammülü yok. Soldaki bu yakınlaşma ilk meyvesini SP’nin sol kanat temsilcisi Eduardo Ferro Rodrigues’in Meclis Başkanlığına seçilmesiyle verdi.
Üç partinin yüzde 51’e ulaşan demokratik desteği birleştirip, acımasız Troyka programının uygulayıcısı Passos Coelho’nun Sosyal Demokrat Partisi’ni (PSD) hükümet dışında bırakması çok isabetli ve son derece meşru görünüyor. Ne var ki bizim Türkiye siyasetinden alışık olduğumuz üzere, düzen güçleri tarafından bu inisiyatife “darbe girişimi ” yaftası takılıverdi.

Devlet Başkanı Anibal Cavaco Silva , Soğuk Savaş söylemiyle bu uzlaşmayı, “NATO’ya ve Avrupa istikrar rejimine karşı bir hamle olarak” sundu. Silva, aşırı solun Lizbon Anlaşması, Mali Mutabakat ve Büyüme ve İstikrar Paktı’nı ortadan kaldırma niyetinden söz etti. Portekiz’in kamu borçları GSMH’nin % 125’i düzeyinde ve Silva’nın referans verdiği anlaşmalardaki %60 şartının çok çok üzerinde. Demek ki istikrar programı olumlu bir sonuç vermemiş. Ama asıl önemli olan, neoliberal otoriterizmin dayattığı, sekiz yıldan beri kriz sürecinde geçersizlikleri ayan beyan ortaya çıkan birtakım düzenlemelerin tartışılmasına\sorgulanmasına bile izin vermeyen otoriter bir rejimin varlığı.

Bu zihniyet sadece, 1974 Karanfil Devrimi’yle Antonio Salazar diktatörlüğünden kurtulan Portekiz’de egemen değil. Başta berbat sicilli Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schauble, tüm Brüksel güçleri Portekiz’in sola dümen kırışını engellemek için devrede. Sabık Avrupa Komisyonu başkanı Portekizli Manuel Barroso da, aşırı solun desteklediği bir hükümetin piyasalardan şiddetli reaksiyon göreceğini söyleyerek, adeta “zinde güçleri”, hedge fund yöneticileri, döviz ve borsa spekülatörleri vb malum güçleri göreve çağırıyor. Gelgelelim Alman Başbakanı Merkel’in seçimlerin hemen öncesinde RTE’ye göçmenlerin önüne barikat oluşturulması karşılığı 2 milyar avroluk rüşvet önermesi, üstelik seçim sürecine bir anlamda müdahale ederek AKP lehine sürece müdahale etmesinden hiç gocunulmuyor. ”Avrupa değerleri”ne aykırılığından söz edilmiyor.

Portekiz’in yarı başkanlık sistemiyle yönetildiğini hatırlatalım. 1985-1995 arasında PSD adına başbakanlık koltuğunda oturan Silva halk tarafından seçilmiş olmanın yarattığı meşruiyete tutunarak, yetkilerini açıkça kendi partisi çıkarına kullanıyor, parlamento iradesini hiçe saymaktan çekinmiyor. Israrla başbakanlığı PS’den Antonio Costa’ya vermeye yanaşmıyor. Bu tavır aynı RTE’nin Kılıçdaroğlu’ya hükümeti kurma görevini esirgemesini hatırlatıyor. Olası başkanlık sisteminin başımıza ne tür yeni çoraplar öreceği hakkında da fikir veriyor.

Aralık 20 İspanya seçimleri de yaklaşırken, Portekiz’de bir İberik Demokrasisi örneği yaratılması umudu güçleniyor. Yunanistan’da SYRIZA’nın geriletilmesi, İspanya’da da Podemos’a ve Sol Birlik’e yönelik desteğin zayıflamasına yol açtı. Şimdi de Portekiz’den gelecek haberlerin İspanya’da yeni bir heyecan dalgası yaratması umulabilir.

Ama daha önemlisi, yurttaşların özgür tercihlerinin karşısına hep, “demokrasi mi Avrupa Birliği mi?” seçeneğinin dikilmesi, Brüksel’den dayatılan neoliberal zihniyetin kendisinin sorgulanmasını gerektiriyor. Burjuva demokrasisinin, tüm oyların ve partilerin eşit olduğu ön kabulü bile, oylar Marksist, Komünist partilere yönelince geçersiz kabul ediliyor. Artık neoliberalizmin otoriterizme, giderek faşizme açık kapı bırakan ne denli gerici bir tasarım olduğunu görebilmek, buna uygun yeni direniş stratejileri geliştirebilmek gerekiyor.