17. yüzyıl natürmortlarındaki kuru kafa, mum, kum saati, çiçek gibi nesneler fanilere ölümü hatırlatmak için resmedilir, sembollerin dilinden anlamayanlar için kimi zaman Latincesi de yazılırdı: “Memento mori” (ölümü hatırla). Ölümü unutmak ne mümkün? Unutup yaşama dört elle sarılsanız bile, merak etmeyin, halkını savaşlarla, katliamlarla, işkencelerle terbiye eden iktidar, sık sık hatırlatacaktır size.

Rahipleri, bu dünyanın fani olduğunu tebaasına belletmeseydi, onları iliklerine kadar nasıl sömürebilirdi? Ölüm sever bir kültürde asıl yaşamı hatırlamak zordur. O yüzden her yere “Memento vitae” (yaşamı hatırla) yazmalı ve fotoğraf çektirmekten de uzak durmalı. “Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?/Oysa hayattayız hepimiz” diye yazıyordu Melih Cevdet Anday; Orhan Veli, Oktay Rifat ve Şinasi Baray ile birlikte çektirdikleri fotoğraf üzerine yazdığı şiirde. Fotoğrafın ölümü hatırlatması, bir mikrotom gibi hayatın dokularından kesitler aldığı için olabilir mi? Mikrotom; mikroskop altında incelenmek üzere canlı doku örneklerinin son derece ince şekilde kesilmesini sağlayan alet. Kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra doku kesitleri histopatolojik incelemelerde kullanılır. Fotoğraflar, hayatın dokusundan alınmış ölü kesitler. Fotoğraf, özellikle günümüzde bir salgına dönüşen selfie’ler, sosyopatolojik araştırmalarda kullanılabilir mi?

***
Hayatın capcanlı, kıpır kıpır dokusundan kesitler almak ve ölü doku parçalarından kendine bir kimlik yaratmak, ruhsal olduğu kadar toplumsal bir arazın göstergesi olabilir. Sosyal medyadaki kimlikler fotoğrafik kesitlerden oluştuğuna göre, sosyal medya bir kimlikler nekropolisidir. Bir öte dünya ve bu öte dünyada kendine bir hayat yaratmak, insanın aklına ister istemez, mumyaların bulunduğu Mısır’daki Fayyum bölgesini getiriyor. Fayyum portreleri, mumlayalanmış kişilerin portreleridir; portreler, kefenlerin baş kısmına yerleştirilirdi. Yaşamı değil, ölümü hatırlatan bu portrelere bakınca, Melih Cevdet Anday’a hak vermemek elde değil. Devinen ve devindikçe biçimden biçime giren, kurduğu ilişkilerle durmadan kendini inşa eden bedeni, tasarlanmış bir pozda dondurup katılaştırdığınızda -ki bu katılaşma, bedende ölümden sonra meydana gelen ‘rigor mortis’in (ölüm sertliği) taklididir- fotoğrafın post mortem (ölüm sonrası) bir durum yarattığı söylenebilir. En iyi pozu verenler, ölülerdir. Viktoryan dönemde Daguerreotype fotoğraf tekniğinin gelişmesiyle birlikte fotoğraf yaygınlaşmış ve ölen yakınlarıyla birlikte fotoğraf çektirme modası başlamıştı. Ölüler fotoğraflarda net çıkarken, canlılar bulanık çıkıyordu. Hayatın ritimleriyle akıp gitmekte olan bedeni netleştirmek istiyorsanız, ölü taklidi yapmanız gerekecek. Hayat net değil, fludur.

***

Tarihte bilinen ilk fotoğraf, Nicépore Niepce tarafından 1826 ya da 1927’de çekilmiş bir kent manzarasıdır ve 8 saatlik bir pozlama süresini gerektirmişti. İlk insanlı fotoğraf ise Louis Daguerre’in kendi geliştirdiği yöntemle 1838’de çektiği Paris’teki Temple Bulvarı’nın fotoğrafıdır ve kalabalık bir saat olmasına rağmen 9 dakikalık bir pozlama süresi gerektirdiği için fotoğrafta hareketli nesneler ve insanlar çıkmamış, sadece sabit nesneler ve ayakkabılarını boyatan bir insan görünür hâle gelmişti. Fotoğrafta net şekilde çıkmak istiyorsanız, kaskatı kesilmeniz gerekecek. Fotoğraflar, oluşmakta olan ve oluşmasıyla birlikte mevcut olanı yerinden edecek şeyleri göstermiyor. Aksine fotoğraflarda görünenler, ölü taklidi yapan insan yığınları ve bu katılaşmış yığınların üzerinde yükselen iktidarlardır. Ölüm sever bir kültürde insanlar, fotoğraflarda kendi ölümlerini biriktiriyor.

***

Zor gerçekten, fotoğraf sever bir kültürde yaşamı hatırlamak. Ne zaman yaşamak aklımıza gelse, “Kıpırdama, çekiyorum!” diyen o ses duyulur. Yaşamayı bir kenara bırakır, en yakışıklı pozunuzu takınırsınız. O ses, iktidarın sesidir; iktidar dondurur. Fotoğraflar; dondurulmuş hayattan kesitler. Bizler, fotoğraflardaki post mortem hayatı, yeryüzünün akışkanlığına yeğleyenleriz; oluşu değil, varlığı severiz çünkü. Sadece biz mi? Kalıcı olmaya kararlı iktidar da, fotoğraf tutkunudur, varlığını fotoğraflara borçludur. Yaşadığını kim iddia edebilir ki? İktidarın nekropolisindeki portreleriz.