Gündeme Adana’da bir yurtta yanarak can veren 11 çocuk ve bir öğretmenin acısı düştü. Ne yandan baksan acı! Ölenlerin acısı, devletin çocukları tarikat yurtlarına mahkum etmesinin acısı, denetimsizliğin acısı ve de bunun bir son olmayacağını bilmenin acısı...

Evet, ne yazık ki, acılarımızın ne karşılığı var ne de sonu...

Bir yıl önce de böyle Kuran kursunda yanarak ölen 6 çocuğu konuşuyorduk.

2008 yılında da Konya’da kız öğrenci yurdunda bir patlama yaşanmış, 18 öğrenciyi kurban vermiştik. Yine böyle ağlaşmış; nasıl olur soruları sormuş ve sorumluların peşine düşüleceği vaatlerini dinlemiştik!

Oysa dava sekiz yıldır bitmedi, yurt ve dernek yöneticileri serbest!

Şirvan’da göçük altında kalan 12 kişi -dördü daha çıkarılamadı- için de yanıyoruz! Daha önce Soma’da 301, evet 301 insanımız öldüğünde de ne yapacağımızı şaşırmış; ağıt üstüne ağıt yazmıştık!

Orada da dava yılan hikayesine dönmüş durumda!

Art arda gelen katliamlarla kaybettiklerimiz de var. Örneğin Suruç’ta 32 gencimizi kaybettik; o davada ertelene ertelene sonuç almadan gidiyor! Son 1 yılda 17 bombalı saldırıda 331 insanımızı da kaybettik.

Çoğunda yayın yasağı kondu; konuşmamız engellendi. Peki sonuç ne?

Sonuç, suçluların bulunması, cezalandırılması, topluma güven verilmesi mi?

Yoksa, maden kazalarında fıtrattan, kaderden söz edilirken, yangınlar ya da çökmelerde yanan canlar bir yana konup, cemaat, tarikat savunmasına mı girişilmekte?

Bu olayların her birinin “tokat gibi gerçekler” olduğuna kuşku yok. Bunların iktidar ve medyası tarafından konuşulması ise, -gerçekleri yadsıyamasalar da- olayın vahametinin ve olayda hükümete düşen sorumluluğun üstünün örtülmesi biçiminde olmakta.

Kısacası tokat gibi gerçekler, gerçek-ötesi hikayeler getirmekte!

Ve şimdi Devlet, Adana’daki yangınla ilgili araştırma komisyonu kurma kararı almış. Yolsuzluklara ilgili araştırma komisyonuna izin verilmeyen bir ülke için, büyük bir karar olduğuna kuşku yok! Neyin araştırılacağını hep beraber göreceğiz!

Ve hakikat ötesi gerçeklerle sivil toplumun ve de demokrasini ölümünü seyrediyoruz!

Sabah’tan bir yazar, asıl derdin ne olduğunu gösteriyor bize: “Evet, devlet denetim fonksiyonunu eksiksiz yerine getirmek durumundadır. Fakat öte yandan sivil toplum da eğitim alanına katkı vermeye devam etmekten alıkonmamalıdır.

Sivil toplum ve dini cemaatler toplumsal alanda faaliyet göstermeyeceklerse ne yapacaklar?”

Dananın kuyruğu da burada!

Birincisi, dini cemaatin gençleri kendi yolunda eğitim faaliyetinde hiç bir sakınca görülmüyor! Oysa, söyleme bakarsanız, bu ülke LAİK!

Ve laiklik söz konusuysa, eğitim bu ilke çerçevesinde biçimlenir!

İkincisi, şu “sivil toplum” ifadesi!... 90’lı yıllarda cemaatlerin sivil toplum sayılıp sayılmayacağı epeyce tartışıldı bu ülkede. Sonuçta, liberallerin İslami kesime ve AKP’ye bir armağanı da burada oldu. Cemaatlerin sivil toplum sayılması gerektiği fetvasını verdiler!

Birçok konuda olduğu gibi, burada da bir post-truth örneği liberallerden geldi!

Sivil toplum, liberal devlet anlayışı içinde hayat bulan bir kavram; kökeninde bireyi devlet karşısında güçlendirmek var; çeşitli örgütler ve sivil toplum da, bireyi, bireysel hak ve özgürlükleri devlet gücü karşısında dengelemek açısından önemli.

Cemaatler ise, devlet karşısında bazı talepleri temsil etmesi bakımından toplum içinde yer alsalar ve çıkar gurupları olarak adlandırılsalar da, insan hak ve özgürlükleri, devlet karşısında bireyin güçlenmesi gibi modern anlamdaki sivil toplum örgütü olamazlar!

Cemaat içinde birey olarak var olmak, güçlenmek şöyle dursun, mutlak itaat gerektiren cemaat-tarikat anlayışı içinde bireyin yok olduğu, eridiğini yadsımak mümkün değil.

Yani hangi birey; hangi özgürlük!!!

İktidar için önemli bir işlevleri de burada! Din, inanç, mukaddesat, gelenek diyerek bireyselleşmenin önüne geçtikleri gibi, hakikat-ötesi söylemlere inanmayı da kolaylaştırmaktalar.

Burada, sivil toplumu ve demokrasiyi öldüren bir başka araçtan, “yoksulluğun araçsallaşmasından” da söz etmek gerekiyor.

AKP iktidarı sürecinde yoksullara yönelik yardımların arttığı bir gerçek.

Ancak bunun bir karşılığının da “vatandaşlığın yardımlara indirgenmesi” olduğunu görmemek mümkün değil.

Yardımlar artıyor ama popülist ve klientalist yardımlarla, haklar unutturularak, iktidara bağımlı, hatta “borçlu” insanlar yaratılmakta.

Böyle bir sonucun ise, demokrasinin çökmesi anlamına geldiğini gören yok.

Siyaset bilimcileri, demokrasinin kurum ve araçlarını saymaktalar; anayasa hukukçuları daha mükemmel anayasa peşinde!

Bunları sayıp döküyorlar ama dile getirdikleri ilke, araç ve kurumların hayata geçmesi ve korunması açasından halkın demokrasi bilinci ve talebinin öneminden söz etmiyorlar.

Hiçbiri, sosyo-ekonomik açıdan iktidara bağımlı hale gelmiş bir toplumun, demokrasi değil, popülist bir iktidarın peşinden gideceğini göremiyor!

Hiçbiri, temel hak ve özgürlükler ile demokratik kurumların, ancak sosyo-ekonomik haklarla güvenceye kavuşacağını görmek istemiyor!

Oysa Türkiye, sosyo-ekonomik hakların hayata geçmediği bir toplumda demokrasinin de yeşermeyeceğini görmek açısından bir sosyal bir laboratuvar gibi!

Ne yazık ki öyle!!!!

*Özellikle yabancı sözcükleri kullanıyorum ki, Türkiye gerçeklerini görmek istemeyenler, yabancı sözcüklerin cazibesine kapılıp biraz olsun ayılırlar! Sanmam ama...