Epeydir sözü edilmiyor ama bu memlekette bir zamanlar “postmodernizm” lafından geçilmezdi. Modernizm, pozitivizm, ulus-devlet, güçlü iktidar, toplumsal mühendislik, özgürlüklerin gerilemesi, kimliklerin ve farklılıkların kaybı gibi pek de hayırlı olmayan gelişmelerle anılırken, postmodernizm, iktidarı çökertme-zayıflatma amacı güden, bireyi olabildiğince özgürleştirmeyi hedefleyen, hiyerarşi karşıtı, çok kimlikli-çokkültürlü toplumdan yana bir anlayış olarak benimsenir, savunulurdu. Bu bağlamda, en başta sosyalizm olmak üzere “büyük-söylemler” determinist bulunarak eleştirilir, ekonomi temelli yaklaşımlar küçümsenir, sınıf kuramları reddedilir, görecelilik ve belirsizlik baş tacı edilirken kimlik ve kültürel farklılıklar kutsanırdı.

Şimdi, postmodern yaklaşımların tanımladığı, bireyciliğin, göreceliliğin, belirsizliğin ve farklılıkların at koşturduğu toplum ve dünya halinin ne demeye geldiği ortaya çıkmış durumda ama sonuçlardan kimse memnun değil ki, postmodernizm ve nimetlerinden söz eden pek yok. Nasıl olsun ki!

Bir yanda, kimlik-farklılık diye haykırılırken, kimlikler, dinler, mezhepler arasında parçalanma ve bölünmeler ve bunlar üzerinden savaşlar dünyayı perişan etmekte; öte yanda, bölgesel-kültürel-dinsel ayırımların özgürleşmeye değil diktatörlere yaradığı, özgürlükler yerine mağdurları arttırdığı bir dünya yarattığı ortada.

Bir yanda, ekonomik temeli yaklaşımlar küçümsenirken, küresel kapitalizmin postmodernizmi kendine örtü olarak kullandığı, bu örtü altında yarattığı küresel ve toplumsal adaletsizliğin daha da büyüdüğü iyice ortaya çıkmış durumda; öte yanda ulusdevletlerin güç yitirmedikleri, fakat sosyal rollerinden geri çekilerek küresel güçlerin piyonu olma rollerinin arttırdıklarına tanık olunmakta.

(Küçük bir parantezle, Credit Suisse’ in 2015 Küresel Servet Raporu’na şöyle bir değineyim. 250 milyon dolarlık küresel servetin yarısından fazlası dünyadaki yetişkin bireylerin yüzde 1’inin elinde; yüzde 71’ini oluşturan 3,5 milyara yakın yetişkin nüfusa ise bu servetin ancak yüzde 3’ü düşmekte. 2008’deki krizden bu yana olan değişim de ilginç; hemen tüm ülkelerde gelirinin azaldığı, gelir dağılımının bozulduğu ortaya çıkarken, yüzde 1’lik kesimin gelirinde azalma değil artış var. Sosyal devletin ne hale geldiği ise malum!)

Bir yanda, postmodern çağda dinin yükselişi “yitik cennete dönüş “olarak nitelenirken, ılımlı İslam devletlerinin bir serap olduğu anlaşıldı; öte yanda laiklik tepelenip İslam’a kamusal alanlar açılırken, bu açılımın özgürlüklere değil, yeni iktidarlar ile yeni parçalanmalara, sonunda da yeni “cihatlara” yol açması gibi gerçeklikler ortaya çıktı.
Bireyin ve fikirlerin özgürleşmesi meselesi ise ayrı hayal kırıklığı! Ne siyasal iktidarlar geriledi, ne küresel egemenlik... Aksine yozlaşan ve yolsuzluklara karışan siyasal iktidarlardan, öte yanda ekonomik gücün “kültürel anlamda otoriterleştiği” bir ahlaki çöküntüden yakınmaktayız. Her geçen gün, Jameson’ın “postmodernizm geç kapitalizmin mantığıdır” deyişini doğrulamakta.

Şimdi herkes, farklı nedenlerle de olsa korkuyor. Örneğin Türkiye’de, bir yanda siyasal İslam’ın otoriterleşmesinden korkulup modern kavram ve kurumların işlemesi istenmekte; öte yandan birleşme-bütünleşme-kardeşlik çağrıları yapılmakta. İşin tuhafı da, şimdi modern kurum ve kavramları geri çağıranlar arasında demokrasiyi siyasal İslam’dan ve postmodernizmden bekleyenler çoğunlukta. Birleşme-bütünleşme çağrıları yapanlar arasında da, kendi fikirleri ve önceliklerinden yana bir bütünleşmeyi isteyenler az değil.

Batı dünyası da korkuyor. Büyük Ortadoğu derken, Ortadoğu’yu savaş alanına çevirdiler; ülkeler tarumar olmuş; yüz binler ölmüş, milyonlarca insan göç etmiş durumda. Bunlara pek aldırdıkları söylenemez ama hesapta olmayan IŞİD gibi tehlikelerle, bölgenin egemenler arası kavgalara neden olma olasılığı var ki, ucu kendilerine dokunmakta.
Örneğin Avrupa göçmen yığınlarının tehdidi altında. Bunu nasıl önleyeceğini bilemezken, çareyi Türkiye’ye yanaşmakta bulduğunu görüyoruz. Önerdiğinin üyelik yolunda ilerleme olmayıp sınırında “bekçilik” olduğu da bilinmiyor değil. Yapılan pazarlık, ne bu ülke insanının, ne de Suriyeli göçmenlerin hayrına ama postmodern dünyanın çıkar kavgaları ile çıkar pazarlıklarını değiştirmediği ortada.

Müslüman ülkeler de korku ve tehdit altındalar. Bir yandan İslam ile demokrasinin bağdaşacağı yolundaki görüşler artık o kadar kolay kabul görmemekte, öte yandan IŞİD tehlikesinin kendi ülkelerine uzanacağı tehdidi söz konusu. Samimi Müslümanlar ise, İslam’ın böyle yozlaşmasından rahatsızlar ve “İslam bu değil” deme gayretine girdikleri görülmekte.

Ya insanlar, halklar, toplumlar... Savaştan teröre, ekonomiden siyasete, komşudan kardeşe, korkmayan var mı?
Kısacası postmodern dünya, himmete (modernizme) muhtaç!