Nerve’ü izlerken kendimi meşhur bilgisayar oyunu Mario’daki gibi hissettim. Yönetmen seyirciyi grafik bir öğeye indirgerken, aslında kendisini ve sinemayı da basit bir grafik unsura dönüştürdüğünü fark etmiyor

Prenses bu salonda değil!

Elektrik çağına girdik, elektriğin yol açtığı dehşetin hikayeleri yazılmaya başlandı (Frankenstein-1818); uzay çağına girdik, uzaylıların korku nesnesi olduğu öyküler anlatıldı (The Invasion of the Body Snatchers-1956); fotoğraf makineleriyle 8 mm. kameraları herkesin edinebileceği bir döneme girdik, bu cihazların ürettiği görüntülerle ilgili ürkütücü öyküler patladı (Peeping Tom-1960, Blow-Up-1966); otomobil tasarımında daha büyük ve saldırgan çizgilerin hakim olduğu bir zaman dilimine girdik, politik metaforlarla dolu şeytani araba filmleri yapılmaya başlandı (Duel-1971, The Car-1977, Christine-1983). Artık daha detaylı teknolojilerimiz ve buna uygun korkularımız var: Örneğin cep telefonları yaygınlaşırken kendini SMSler yoluyla çoğaltan kötülüğün hikayeleri (Phone-2002) ya da içine iblis giren cep telefonu (Hellphone-2010) gibi öyküler anlatılıyordu. Sonra ‘sosyal medya’ patladı, internet yoluyla dünyayı istila eden kıyamet güçlerinden (Kairo-2001 ve Amerikan versiyonu Pulse-2001) çocukların cinsel istismarına (Hard Candy-2006) uzanan yeni bir dehşet dalgası perdeyi kapladı. 2016’da biri Bollywood diğeri Hollywood yapımı olan aynı isimli iki facebook korkusu Friend Request (Arkadaşlık İsteği) gösterime girdi.

Zincirin şimdilik son halkası bu hafta gösterime giren Nerve/Oyun oldu. Gençlerin internet üzerinden verilen kimi eğlenceli kimi korkutucu bazı görevleri yerine getirerek para ve şöhret kazandığı Nerve adlı oyunun hayatları bir gecede nasıl yıkabildiğinin anlatıldığı filmde tek çözüm yolu var: İnternetin fişini çekmek.

Bu teknolojiyle tamamen kuşatılmış durumdayız. Restoranda rastladığınız ailenin bireyleri birbirleriyle değil ellerindeki cihazlarla ilgileniyor; birlikte zaman geçirmek için buluşmuş arkadaşlar hipnotize olmuş gibi telefonlarından gözlerini ayıramıyor. En kötüsü, ‘deneyimlemek’ artık ancak telefon ve sosyal medya yoluyla mümkün olabiliyor. Cep telefonları aracılığıyla sosyal medya üzerinden anında paylaşılmıyor ve ‘like’lanmıyorsa eğer, katıldığınız etkinliğin veya gittiğiniz gezinin gerçek olduğundan emin olamayacağınız günlerdeyiz. Aynı anda bir milyon kişi kendi gözleriyle tanıklık etmiş bile olsa, yeni gerçekliğimiz şöyle bir şey: paylaşılmamışsa yoktur!

Hem Friend Request filmleri hem de Nerve güya bu durumu eleştirmek için yola çıkıyor ama öyle aşırı özdeşleşleşmeci bir estetik uygulamaları var ki, verili iletişim teknolojisi ve sosyal medya uygulamalarından nemalanmaktan başka amaçları olmadığı hemen belli oluyor: Perdenin internet bağlantılı bir cihaz ekranına dönüştürüldüğü, tüm dokunmatik kararlara anında ve içinden tanık olduğumuz bir öykü stratejisi… Gerçi Bollywood yapımı Friend Request o kadar kötüydü ki sonuna kadar dayanamadım ama filmin ilk yarısı perdeye değil tablete bakıyormuşsunuz gibi hissettiriyordu.

Nerve’de biraz daha ileri gidiliyor: İnternette söz konusu oyunu oynayanların dünyası pırıl pırılken oyun dışı (çevrimdışı) dünyada genel bir cansızlık hakim. Venüs adlı genç kızı kendisine verilen görevleri yerine getirirken izlediğimiz sahneler sıcak renklerle ve neon ışıklarla doluyken örneğin annesinin hemşire olarak çalıştığı hastaneyi soğuk ışıklarla izliyoruz. Bu normalde gerçek olanla olmayan arasındaki farkı vurgulamaya yönelik bir uygulama olabilirdi ama sonuçta ortaya sanal dünyayı somut dünyaya göre çok daha çekici hale getiren, özdeşleşmeyi sanallık lehine güçlendirmeyi amaçlayan bir stratejik yönteme dönüşüyor.

Yani bu filmleri yapanların teknolojinin hayatımız üzerindeki etkilerine dair düşünmek gibi bir amacı yok aslında. Bu yüzden hem Nerve’ü hem de Friend Request’leri izlerken kendimi meşhur bilgisayar oyunu Mario’daki gibi hissettim: Yönetmen seyirciyi istediği yöne istediği şekilde koşturuyor, ateş çukurlarının üzerinden atlatıyor, ejderhayla karşılaştırıyor, ölümcül kaplumbağalarla çarpıştırıyor ve prensesi kurtarmasına asla izin vermiyor, prenses daima başka bir kalenin zindanında tutsak. Yönetmen seyirciyi grafik bir öğeye indirgerken aslında kendisini ve sinemayı da basit bir grafik unsura dönüştürdüğünü fark etmiyor...