Bir kere Adıyamanlı bir gazeteci ile tanışmıştım, yerel bir gazetenin editörüymüş, İngiltere’den basın özgürlüğü için aday gösterilmiş

Bir kere Adıyamanlı bir gazeteci ile tanışmıştım, yerel bir gazetenin editörüymüş, İngiltere’den basın özgürlüğü için aday gösterilmiş. Tanıyıp bilmediği Oktay Ekşi bile ona sormuş, seni nereden biliyorlar diye. Yanıtı basitti; hiç bilmiyorum.

Onu ünlü yapan ise, yazdığı gerçekten yerellik kokan ve yerelliğin bilgisiyle dolu, gerçekçi ve ilerici yazılarından dolayı, savcı tarafından tehdit edilmesiydi. Tehdide mevzu olan yaklaşımını, bizzat kendisi anlatmıştı: Türkiye’nin batısı için Fethullah Hoca tehdit olarak görülüyor, iktidara soyunmuş ve rejimi yeniden yapılandırmak isteyen birisi olarak sunuluyor, ama gelin görün ki Doğu için tek alternatif gibi sunuluyor. Herhalde biz yarım insan sayıldığımız için, size feodalliğin iyi bir iktidar oyuncusu olarak Hoca efendi, ancak kurtarıcı olur misali. Hakikaten bir başbakanın deyimiyle “Oranın” özel yasaları var. 

Press, filmi de bir başka basın üzerinde yoğunlaşıyor. Yazdıklarının gerçek dışı olması nedeniyle değil, bizzat gerçek olması, ama iktidarın tezlerine göre gerçeklerin yazılmaması gerektiği için, “ölümle” tehdit edilmiyorlar, düpedüz öldürülüyorlar. Hatta öyle ki Press filminin gerçek hayattaki karşılığına bakıldığında, Avrupa Birliğinden gelen temsilciler, bizzat Özgür Gündem ziyaretleri sırasında, orada çalışanlara, bu kadar açık ölüm tehditleri altında, nasıl gazeteciliğe cüret ettiklerini açık açık gazete ofisinde soruyorlardı çalışanlara. Bizzat tanıkları anlatmıştı bunu da.

Bugün Türkiye’de aslında fiilen hukuk rafa kaldırılmış, senaryolara göre, senaryoları da duyumlar olarak adlandırıyorlar, suçlar potansiyelleri var, şunlar bunları yapabilir, şu şuna bunu yaptırmış, o buna şu emri vermiş diye gidiyor. Bunlar senaryo metni olarak yazılsa insan ilk önce bunların mantıksal tutarlılığı yok der, her niyete yenen emirlerle insanlar bu kadar iş yaparsa, hakikaten ülkemiz daha hareketli olurdu. Hiçbir zaman emirler bu kadar itaatkâr uygulanmaz çünkü.

Hatta bunlar Amerika’yı bile geçtiler, diyorum kendi kendime. Onlarda Spielberg ile “önleyici savaş”a göre, bunun anlatıldığı bir senaryo yazdırmış, hatta bunun filmini de yaptırmışlardı. Malumunuz Amerika’da siyasi projelerin sinemada açılım yapması pek olağandır. Ama Onlar bugünkü yasalara göre gelecekte suç işleyecek örgütlere karşı bir “önleyici savaş” doktrini geliştirmişlerdi, şimdi Türkiye’de şu andaki yasalara göre suçlu olmayan insanlar için, gelecekteki yasalara göre davalar açıyorlar. Nedendir bilinmez, hukukta hepimizin bildiği gibi, her şeyin bir normu vardır, suçlar bu normlara göre yapılır. Örneğin olmayan bir örgüte ya da olmayan bir örgüt üyeliği iddiası nedeniyle, sizin hakkınızda özel işlem, takip yapılırsa, hatta bu özel takip sırasında bile suç unsuru oluşmadığında, olmayan delilleri yaratmak için özel çaba gösterilmişse, delillere göre değil de, duyumlara dayanarak iddia oluşturulmuş ise, hatta duyumların kaynakları hakkında bilgi verilmemişse, bunlar hukuka uygun değildir.

Ama gelin görün ki tarihimizin her dönemeç noktasında, bunlar olmaktadır. Basın açısından baktığımızda, 1930’larda da böyleydi, 1950’li yıllarda bu iş tavan yapmıştı. Unutmayalım ki Aziz Nesin ile Sabahattin Ali’nin dergileri: Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa diye boşuna tarihte dizilmemişlerdi, paşayı kimin merhum yaptığı ise hiçbir şekilde gizli değildir. Aynı şekilde Tan Matbaası da bir faili meçhul değildir. 1980 darbesinden sonra gazetecileri kimin ham yaptığı da bilinmez değil, hatta ham yapılmamak için, kimi ünlü ve sanatçıların yalaklardan su içmek için darbeyi nasıl destekleyici açıklamalar yaptıkları da bir sır değildir. Şimdi aslında komik bir durum ortaya çıkıyor: Post-modern darbe sırasında bile gazetecilere karşı bu kadar dava açılmamış, bu kadar komik iddianameler ortaya konmamıştı. Sanıyorum ki bugün Türkiye’deki durumun en açık ifadesi, hiçbir sivilliği olmayan bir “Sivil Darbe” olmalı ki toplum içinde gazetecilerden bilim adamlarına kadar hayali örgüt üyelikleri ihsan edilip dava açılıyor. Ama durumun en trajik yönü bu değil, en acı tarafı bu davaların yılmaz savunucularının şıpınişi gazetecilik yapan gazetelerde kümelenmiş “ihbarcı, dosya açıcı, ispiyoncu, vurun abalıyadan ekmek bekleyen” insanlar olması.

Press, filmini izlerken, Türkiye’de gazeteci olmanın kuralları üzerine düşündüm: sanıyorum, hangi dönemdeyseniz, hangi gazetede çalışıyorsanız, gazetenizde hangi ağırlığınız varsa, kimler sizi okuyorsa, iktidara karşı konumunuz neyse… işte artık ona göre, sizin için yasal suç ihsan edilmek üzere, Türkiye’de kişiye özel suçlar ve kişiye özel yargılama modeli geliştirilmiş durumda. Örneğin Kürt gazeteciler ya da Kürt sorunu üzerine yazan gazeteciler içinde (Özgür Gündem’in bütün çalışanları Kürt değildiler, hatta Press filminin dayandığı anıların yazarı da Kürt değildir), soruşturma konusu olmayan gazeteci olabilir, ama hakkında dosya tutulmayan gazeteci yoktur. Bir kez hedef olduktan sonra, artık sizin için ne suç ihsan edileceğinin bir önemi yoktur: Türkiye’de suç ihsan etme diyalektiğinin bir köşesinde, toplumun bireysel haklardan, fikir açıklama hak ve hürriyetlerine karşı, hastalıklı ilgisizliğinin önemli bir payı olmalı.

Tarihsel ironi tam da bu noktada bir kez daha ortaya çıktı: İthaki Yayınları kısa bir süre önce, İmralı Günlüklerini yayınladı, şimdi ise İmam’la ilgili bir kitap yayını için hazırlık yaparken, bilgisayarlarının hard diski alınabiliyor. Dikkat ediniz, kopyası alınmıyor, hard diski alınıyor. Bu konunun bir ucunda sinema olduğu için anlatarak bitireyim. 1960 Anayasasından itibaren sinemamız sansürün kaldırılması için ciddi bir çalışma yaptı, yıllarca bu konuda yazılar yazıldı, hatta Türkiye’de sektörün ana kalbinin tümüyle katıldığı günlerce süren, halk desteği de kazanmış sansüre karşı yürüyüş 1977 yılında yapılmıştı. Dünyada sansüre karşı böylesi tek bir eylemlilik yoktur, benzersiziz yani, İkinci Milliyetçi Cepheye karşı yapılmıştır. Sürekli iktidarlar sinemacılarımıza karşı, fikir hak ve hürriyetler maddesini ileri sürerek sinemanın sansür başlığını özel maddeleştirmekten kaçınmışlardır. Zaten bu maddelere dayanarak, sansür yasalarına karşı Türkiye’de filmler Danıştay’a dava açıyorlardı. 1970’li yıllarda onlarca film Danıştay kararıyla sansüre karşı zafer kazanıp gösterilebilmişti. Ancak ondan sonra gösterildikleri sinemalar bombalanıp ya da valiliklerce belirli illere girmesi yasaklanarak bir kez daha engelleniyorlardı. Sinemamızdaki sansürün birinci özelliği ise filmler yapılmadan daha sansür aşamasında kontrol edilmeleriydi. Ama kimse gelip sizin ofisinizdeki senaryoyu alıp kontrol edeyim demiyordu. Bugün bilgisayardaki kitabı silmek, hatta elinde kopyasını bulunduranları suçlayacak herhangi bir yasamız yok, sanıyorum gelecekte ihsan edilecek yasalarımız arasında bu tip yasaklar bulunabilir anlamına geliyor. Bir Beşiktaş taraftarı olarak, Türkan Saylan hakkında stadyuma getirilen bir afişi daha maça girmeden kontrol edip toplayan bir polisimiz var, bu hangi suç kapsamına sokulmuş bilemiyoruz, çünkü bunu dayandıracak bir yasak bilmiyoruz. Kimvurduya gitmek, eskiden bir tehdit unsuruydu, Özgür Gündem döneminde ise bir yasa haline gelmişti, şimdi bu yasa daha da genişletiliyor, kim bulunduruyorsa, onun da suç mahalline sokulması ilginç bir gelişme olsa gerek.