Zamansız Düşünceler: Yılmaz Güney’in dilinden Yolun Gerçek Hikâyesi-4

Prodüktör Yılmaz mı Sanatçı Yılmaz: Bir Yeşilçam Hikâyesi
 
Yol’u çekeceğiz, ama paramız yok, yetmesi imkânsız, Yol tam bir Türkiye Panoraması, sadece o yerleri dolaşmaya bile yetmiyor paramız, mecburen ortaklık kurmalıyız, ama Türkiye’den bulmamız imkânsız, hele benim niyetlerimden sonra!
 
Darbeden önce İstanbul’da Sıkıyönetim ilan etmişlerdi, çıkardığımız Güney dergisini kapatmıştı sıkıyönetim, art arda benim yazılarımdan dolayı davalar açtılar, darbeden sonra ise hızla bu davalar sonuçlanmaya başladı. Art arda hapis cezaları alıyordum ve üst mahkemede de hızla davaları kesinleştiriyordu, üstelik davalar görülürken, suçlamaları reddetmemiş, siyasi savunma yapmıştım, onlar bana “komünizm propagandası yapıyorsun” diye suçlama da bulunuyor, ben de özetle “komünist olabildim mi, o herkese nasip olmaz. Komünizm propagandası yapabildiysem ne mutlu bana” diyordum. Zorunlu olarak yurtdışına çıkmaya sürüklendim, üstelik hapishane de güvenlik durumları iyice sarsılmıştı, kaldı ki çocuklarım vardı, artık onlara babalık yapma zamanım gelmişti, manevi borç hissi bütün benliğimi kaplıyordu.
 
Ama yurtdışına çıkmadan önce filmi tamamlamam lazım, dışarıda her şey hazırlanmış, ama filmi bekliyoruz, çekimlere ara vermişiz, Yeşilçam’da da “patron Yılmaz, bizim sanat filmimizi durdurdu, yapımcılara karşı işçilerin birliği” babında kampanya yapılıyor ve benim bütçem yok. Fransa’da yapım şirketleriyle mecburen görüştük, Sürü gösterildiği yıl Fransa’da yüzbinlerce kişi tarafından seyredilmişti, Cactus Film hemen ilgilendi, bir ortaklık anlaşması gönderdiler, elbette hukuk dilinde ve Fransızca, bütün maddi sorunlarımızı gideriyordu ve post-prodüksiyon için Fransa’da yapılmak kaydıyla bütün harcamaları üstleniyordu. Fransızca bilmiyordum ve Güney Filmde de kimse bilmiyordu, çeviri bürosunda çevirttik, o da eksik yanlış, bana mealen anlattılar ve ben de imzaladım. Arkadaşlar bütün sorunları çözdük diye iş başarmış havasında konuşuyorlardı, benim ise kapalı cezaevine gönderilmem an meselesiydi, bizzat Cezaevi savcısı ile görüşüyordum zaten, bilgileri ondan alıyordum.
 
İmzaladım, ancak bir yıl sonra anlaşmanın maddeleri gündeme geldi, öyle bir anlaşmaydı ki Türkiye dışında bütün dünya haklarını Cactus filme devretmiştik, Türkiye’de ise zaten filmi gösteremiyorduk, onu bırakın vatandaşlıktan çıkarılmıştım, orada bana özel bir belge çıkardılar, Fransız vatandaşlığını kabul etmemiştim.
 
O kadar büyük sorunlar çıktı ki ilk önce her şey güzeldi hoştu, filmin post prodüksiyonu ile uğraşırken tek sorunum vardı, Cannes Film Festivaline yetiştirmek, bütün isteklerim kabul edildi, bütün giderler karşılandı. Ama film ödül aldıktan sonra, hakkında dünya basınında yazılar çıkmaya başlayınca her şey değişti, bir anda dünya gündemine girdi, gösterildiği her yerde büyük iş yapıyordu, 1982-83 gösterim sezonunda tüm dünyada o yıl en fazla iş yapan on filmden biri oldu. Ondan sonra her siyasi mülteci eylemine bizim solcular Yol’u göstererek başlamak istiyorlardı, hemen bizden istiyorlar, ama gösterim hakları Cactus Filmde, “sen söyle onlar kabul ederler, bu film Yılmaz abimizin değil mi?” filmi ben yaptım ama gösterim hakları ben de değil, Türkiye’de göstereceksin tamam, “dalga mı geçiyorsun abi?” İnsanlara laf anlatamıyoruz, Cactus Film çok net, gösterecekler mi, hay hay, ödesinler bedelini! Para ne gezer? Ben söyleyince olmuyor ki! İş orada kalmadı, başladılar bilançoyla oynamaya, şirketin içini boşalttılar, bizim payımıza düşen yüzdeyi bile alamıyoruz, o sözleşmeye binaen tam 1 milyon Frank dolandırıldık, dahası bu bizim hesap ettiklerimiz, üstelik filmi Avrupa’da kendi etkinliklerimiz de gösteremiyoruz. Ondan sonra Duvar’ı yaparken destek bulmak için para aramak durumunda kaldık.
 
Yani bir yanlış karar, ticari olarak o kadar büyük kayba neden oldu ki baştan hiçbir şekilde bunları düşünmemiştik, filmi tamamlayabiliyor muyuz? Tamam. Öyle olmuyor işte, filmin sahibi olmaktan çıkmışız, bunu ancak filmi bitirip, ödül aldıktan sonra anladık.
 
Filmin yapım süreci ise inanılmazdı, daha İmralı’dayım, İstanbul’a balıkçı teknesiyle gelmişiz, kendi yetiştirdiğimiz ürünleri satıyoruz, hava muhalefeti demişiz, İstanbul’da kalmış tekne, o gün Şerif Gören hapisten çıkmış, arkadaşlar doğru alıp getirmişler, Fatoş’un annesinin evine, orada görüştüm, Moda’da.
 
Darbe var, sokağa çıkma yasağı var, askerlerin vurma yetkisi var,  Şerif’in davası sürüyor ve ben bırakın hapishaneyi Türkiye’nin bir hapishane olduğunu bir filmle anlatacağım, Şerif “abi bunu çekemeyiz” diyor da başka bir şey demiyor. Çekeceğiz başka yolu yok, bütün hikâyeyi anlattım, “abi sen bunu bana ver, ben çalışıp geleyim, olurunu söylerim sana ben.”
 
Bu gitti, bir hafta sonraki tekneyle ben yine geldim, görüştük, 11 mahkûmu altıya indirdi, ancak bunlar çekilir, 20-25 sayfalık bir metin, benim senaryom 250 sayfa. Çekilebilir sahnelerde değişiklik yoksa sadece numarası yazılmış, sahneleri değiştirmiş, diyalogları değiştirmiş, mahkûmların sayısını azaltmış, ekonomi yapıyoruz, başka çarem de yok, kabul ettim. Kapalıya gittim gideceğim, her şey an meselesi. Çekimler başladı başlamasına, ama Yeşilçam’da çeyrek yüzyıllık emekçi Yılmaz’a prodüktör Yılmaz bizim sanat filmimizi yarıda kesti dediler, içim nasıl yandı bilemezsiniz. Hayır, o sırada hapisteyim ve kesinleşen cezalardan hapisten çıkmaya ömrümün yetmesi imkansız, her hafta bir on yıl daha ekleniyor çünkü, Şerif’le görüşmem sırasında 30 yıldı, ikinci görüşme sırasında 50 yıla çıktı, filmin ilk fotoğrafları elime ulaştığında 60 oldu ve daha üst mahkemeye yeni giden davalar ve bir de sonuçlanmayanları var, darbenin adaleti ise muhteşem.
 
Bir yandan cezaevine gelen mektupları gözlüyorum, film setinden geliyorlar. Nasıl gidiyor diye, aynı sırada benim izin işini halletmemiz gerekiyor, üstelik bunları kitabına uydurmam gerekiyor ve bunu ancak o şartlarda Muş’taki ailem yapabilir; “annem ağır hasta, üç günlük izin talebi” planımız var. Ben de iyi halli mahkûmum, ailemin bana anneme dair bütün yasal koşullara uygun doktor raporu getirmesi gerekiyor. Benim Isparta’ya tayinim çıkmış, kapalıdayım artık, haberler geliyor, bu sırada oğlum ve kızımla da görüşmüşüm, dönüşte kızımı gözaltına almışlar, nüfus cüzdanı yanında yokmuş, 18 yaşın altında olduğuna inanmamışlar, oysa daha 15 yaşında. İlk anneme dair rapor geldi, koşullara uygun değil, tam teşekküllü hastaneden alınması lazım, heyet raporu olması gerekiyor, nasıl yıpranıyorum bilemezsiniz. Annemin raporuyla filmin çekilen son karelerinin negatiflerinin yurtdışına çıktı, yıkandı, görüntü temiz, her şey yolunda diye haber gelmesi lazım. Benim annemin raporu gecikti, ama sette de bir gecikme var, bütün sahneler çekilmiş, son sahne Halil Ergün’ün sahnesi, soygunu çekecekler, bir sürü ayrıntısı var. Halil arabada, arabanın dikiz aynasını gözetliyor, kayını soygun yapacak, gelecek onu alacaklar kaçacaklar. Ama soygunda işler yolunda gitmiyor, silahlar ateşleniyor, Halil korkuyor ve kaçıyor. Ama bizim sahnemize göre biz kesip soygunu göstermek yerine, arabanın dikiz aynasından görmemiz lazım, niye? Bizi Halil’in korkusu ilgilendiriyor çünkü, biz soygunu değil Halil’in iç dünyasındaki fırtınayı anlatıyoruz. Ve ben sahne bitti, annemin sağlık raporu budur, izin istiyorum, bu üçünü denkleştireceğim, benden bir gün önce de Fatoş iki çocuğumu alıp yurtdışına uçakla çıkacak. Bir sorun daha var, kızım 18 yaşından küçük, annesinden kopamıyor, o gezmeye gidiyoruz geri geleceğiz sanıyor, ama annesi biliyor, anlıyor yani, kızımdan kopamam diyor ve yurtdışına çıkış için annesinden noterden onaylı izin belgesi gerekiyor.