Toplumdan gelen tepkileri ve yoğun eleştirileri azaltmak için ‘Sistemi gözden geçiriyoruz, biz yapıyoruz’ havasındalar. Oysa tepkileri kesinlikle azaltmamak gerekiyor. Çünkü sorun radikaldir. Düzelme, yeniden Cumhuriyet’in kurumları, kazanımları esas alınarak geleceğe yönelik demokratik bir düzenin kurulmasından geçiyor.

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ile yeni kitabını konuştuk: Toplumsal tepki yüksek tutulmalı
MEHMET EMİN KURNAZ
Türkiye, bilhassa son beş yılda, yürütmenin yargı üzerinde tahakkümüne tanık oldu. Bu süreçte, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, 15 Temmuz Darbe Girişimi, OHAL ve YSK’nin İstanbul seçimlerini iptal etmesi gibi birçok kırılma ile karşı karşıya kalındı. TBMM Anayasa Komisyonu Üyesi ve BirGün yazarı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ile son beş yıla ışık tutan yeni kitabı ‘Anayasasızlaştırma ve Demokrasi Umudu’nu konuştuk.

‘Anayasasızlaştırma ve Demokrasi Umudu’ başlıklı yeni çalışmanız, genel olarak Türkiye hukuk tarihine ışık tutsa da özellikli 2015 ve sonrasındaki kırılmaları ele alıyor. Bu dönemi biraz açar mısınız?

2019 yılı birçok açıdan anlamlı. Bir tür, 1919’da temeli atılan Cumhuriyet’in sonu; çünkü 1919 Samsun’a çıkış ile başlayıp 1924’te Cumhuriyet’in ilk Anayasası olarak gelişen bir süreç var. Esasen 1919’da temeli atılan anayasal-siyasal kurumların yıkılış süreci 2014’e uzanıyor. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi, 2015’te anayasal darbe yoluyla, seçim sonuçlarına rıza göstermeyip çoğunluk kaybedilince Meclis’in feshedilmesi, 1 Kasım Seçimlerine gidilmesi, Anadolu’nun iktidar arayışı yolunda toplu saldırı ve katliamlarla kan gölüne çevrilmesi, 2016 darbe girişimi, darbe girişimi bastırıldığı halde Anayasa değişikliği için düğmeye basılması, 2017’de Anayasal rejimin olağanüstü hal ortamı ve koşulları altında kaldırılması, 2018’de bunun yürürlüğe konulması ve 2019’da da bu anayasal ve siyasal düzenin yani tek kişilik rejimin işlemeyeceğinin anlaşılması… Buradan bakıldığında Cumhuriyet’in kuruluşu, anayasal ve siyasal temellerin atılması, kurumsallaşmanın sağlanması ve bunların yıkılması arasında asimetrik bir paralellik var. Bugünden geçmişe baktığımızda, anayasal ve siyasal düzenin son beş yılda aşamalı bir biçimde ortadan kaldırıldığını görüyoruz. Bunun için de esasen 2015 yılı bir dönüm noktası oldu. Tam da Davutoğlu’nun geçen hafta, “2015’i konuşursam bazıları insan yüzüne bakamazlar” biçimindeki açıklaması ile benim “Anayasasızlaştırma ve Demokrasi Umudu” başlıklı kitabımın yayımlanması, aynı haftaya denk geldi. Bu belki bir rastlantı; çünkü ben 2015’te yaşadığım döneme tanıklık ettim.

2015 nasıl bir yıl oldu?

2015 yılı Türkiye için yoğun ve karanlık bir yıl oldu. 2015’te Başbakanlık koltuğunda oturan kişi, seçmene “Bize ne olur oy verin, tek başımıza çoğunluk sağlayalım. Kılıçdaroğlu ile beni masaya oturtmayın” yakarışıyla seçmenden oy istedi ve aldı. Ancak 4-5 ay sonra Anayasa dışı yol ve yöntem ile kendi oturduğu masadan kaldırıldı. Türkiye’nin 6 Mayıs 2019 darbesine (YSK’nın İstanbul seçimlerini iptal etmesi) nasıl geldiğinin başlangıcını buralarda aramak gerek. Bu süreç, Türkiye’deki anayasal ve siyasal olayların başlangıcı oldu. Fakat tekrar edilen 23 Haziran seçimleri bir tür demokrasi umudu olarak karşımıza çıktı.

Bu süreç esasen 2000’lerden sonra ortaya çıkmıyor mu?

2001 Anayasa değişikliği ve 2002 sonunda iktidarın el değiştirmesinden sonra başlayan dönem, kendi açılarından 2007’ye kadar kontrollü oldu. İlk dönemlerde Avrupa Birliği’nin denetimi ve AB’ye giriş umudu vardı. Avrupa Birliği bir meşruluk aracı olarak kullanıldı. Bu açıdan birçok gerçeği saklamayı başardılar. Bu durumu yakından izlemeyenler 2002 ile 2007’yi demokrasi çağı ve AKP’nin altın dönemi olarak görüyorlar. Uzaktan bakanlar değişimin 2007’den sonra olduğunu, biraz daha uzaktan bakanlar ise değişimin 2011’den sonra olduğunu söylüyorlar, ama bunlar aşamalı olarak ele alınabilir. AKP’nin 2007’den sonra hamleleri arttı. 2011’den sonra merkezileşme yönünde yoğun mesai harcandı. KHK’ler yoluyla birçok yerinden yönetim yetkisi merkeze aktarıldı. 2014’ten sonra ise, merkezileşme ve kişiselleşme pekiştirildi ve esasen 2015’te 7 Haziran seçimlerine rağmen 1 Kasım seçimleri için TBMM’nin “feshi” bir “Anayasa darbesi” olarak nitelenebilir. 2016’da anayasal düzeni tümüyle yıkmaya yönelik kanlı darbe girişimi bastırıldı. Buradaki önemli nokta şu: Darbe bastırıldığı halde olağanüstü hal yönetimi sırasında Ekim 2016’da Devlet Bahçeli’nin, “Anayasa suçu işleniyor” beyanında bulunması. 2017 Anayasa değişikliği ve oylaması olağanüstü ortam ve koşullarda kotarıldı. O sırada Başbakan olan kişi mesaisini darbe girişimi ile bozulan kurumları onarmak yerine, 2017 Anayasa değişikliğine harcadı ve sonunda parlamenter rejim kaldırıldı.

3 Kasım 2019 seçimleri ardından yürürlüğe girmesi öngörülen 2017 Anayasa değişikliği, Nisan 2018’de, iki liderin iradesi ile öne alması ve çifte seçimlerin 24 Haziran 2018’de yapılması sonucu bütün iktidarın tek kişiye geçmesi ile anayasal süreç tamamlanmış oldu. Özetle, bir tür biçimsel demokrasi kullanılarak iktidarı sürekli kılma hedefi hep baskın geldi. Ne zaman ki iktidarın çoğunluğu sorgulanmaya başlandıysa o zaman pekala sandık ikinci planda kalabilmiştir.

İŞİN ÖZÜNÜ KAÇIRMAYALIM

AKP içinden de başkanlık sistemine ilişkin rahatsızlıklar olduğu dillendiriliyor.Sistemde neyi eksik gördüler?

Bu sistemin aksaklıklarını gözden geçireceğiz demesi esasen bizi teyit ediyor. Biz Türkiye için bir tek kişi yönetiminin sakıncalarına, bu anayasa değişikliği yürürlüğe girmeden anlatmaya çalışıyorduk. Bir yıllık uygulama ardından, bu kez kendileri söylemeye başladı. Fakat işin özü, yanıltıcı olan şey şu: Düzeltme, ufak tefek tamiratlarla olmaz. Bu anayasa değişikliği ile olur. Anayasa değişikliği yoluyla demokrasiye dönüşle olur. Parlamenter rejim ekseninde anayasal denge ve denetim düzeneklerinin oluşturulması ile olur. Dolayısıyla işin özünü kaçırmayalım. Belki toplumdan gelen tepkileri ve yoğun eleştirileri azaltmak için “Sistemi gözden geçiriyoruz, biz yapıyoruz” havasındalar. Oysa tepkileri kesinlikle azaltmamak gerekiyor. Düzelme, yeniden Cumhuriyet’in kurumları, kazanımları esas alınarak geleceğe yönelik demokratik bir düzenin kurulmasından geçiyor. Bunu çok iyi vurgulamak gerekir. Burada bir başka husus da şu: Saray’daki atanmış kişiler ‘Şu veya bu önlemler alınırsa Meclis güçlenir’ diyorlar. 600 kişilik Meclis, Saray’ın atanmışlarının güdümünde mi güçlenecek? Önlem veya reform arama tarzları bile demokrasiye ne kadar uzak olduklarını ve halkın temsilcilerine nasıl tepeden baktıklarını göstermesi bakımından ibret verici.

Erdoğan, Saray’a gelmeyen baroları tehdit etti. Buradan nasıl bir sonuç çıkar?

Anayasa, baştan itibaren yasama, yürütme ve yargı ayrılığını öngörüyor. İlgili maddelerde yargının bağımsızlığını özellikle vurguluyor. Yasamayı, vesayeti altına alan Saray, yargıyı da güdümü altına almış bulunuyor. Özellikle hâkimler ve savcılar kurulu eliyle. Fakat bunu bütün ülkeye görsel anlamda da sunmaya çalışıyor. İki de bir yüksek yargıçları Saray’a davet ederek, toplayarak yapıyor. Şimdi eğer sistem anayasal bir sistem ise Anayasa’nın 16 Nisan 2017’de değiştirilmeyen hükümleri yürürlükteyse, hangi yetkiyle, hangi hakla bütün bu organları, özellikle yargı organlarını, resmi tören adı altında bir araya getiriyorsunuz? Bu bakımdan belki de 2019 seçimlerinde kaybedilen gücün bu şekilde pekiştirilmesi de amaçlanıyor. 55 Baro Başkanı ve mensuplarını bu anlamda ilkeli tavırları nedeniyle tebrik etmek gerekiyor.

MECLİS'TEKİ PARTİLERİN UYANIK OLMASI GEREKİYOR

Yeni anayasa tartışmalarında muhalefete düşen görevler neler?


Muhalefet partilerinin tek başlarına ve ortak olarak anayasa çalışmaları vardır, öncü konumda olan da CHP’dir. Dolayısıyla, Anayasa, Saray’daki atanmışların kendilerinden menkul görüşleriyle ele alınacak bir temel norm değildir. Bir toplum sözleşmesi olarak Türkiye Anayasası, ancak bugüne kadar olan çok katmanlı anayasal kazanımlar eksen alınarak, bu yönde yapılan çalışmalar birer birikim, miras olarak alınmak suretiyle ileriye taşıma ereğinde, halkın desteğiyle yapılmalıdır. Bu konuda, TBMM’de temsilcisi bulunan siyasal partilerin, öncelikle, tek adam yönetiminin Türkiye için bir çıkmaz olduğu, bu yönetim tarzının sürdürülemez olduğu konusunda ortak görüş ve söylem oluşturmaları gerekir. Sonra, yasama faaliyetlerinde Anayasa’dan kaynaklanan yetkilerini sonuna kadar kullanmak için eylem birliği yapmaları gerekir. Nihayet, ana hedef olarak “demokratik hukuk devleti” ekseninde bir Anayasa süreci için somut adımlar atılmalı. Bunun için, TBMM’de demokratik muhalefeti temsil eden partilerin pek uyanık olmaları gerekiyor.